Resulullah Efendimize (Salat ve selam olsun ona) hakaret eden terbiyesiz küstah rezil Fransız gazetesini destekleyen, biz hepimiz Charlie’yiz diye feryat eden militan, agresif, fanatik İslam düşmanları tokat üzerine tokat, sille üzerine sille yiyor. Uyanırlar mı dersiniz? Hiç sanmam. Bildiklerini okuyacaklardır.
Medyaya baskı varmış… Olmadığını söyleyemem. Son Halifenin yurt dışına kovulduğu 1924’ten beri basına baskı var. Baskı yok demek yalan olur ama en az baskı bu devirdedir. En çok baskı ve zulüm ise onların altın devrinde olmuştur.

M. Kemal, İsmet devirlerinde baskı yok muydu?

Onların altın çağında kanlı İstiklal Mahkemeleri vardı ve nice vatandaş inanç, fikir ve görüşlerinden dolayı acımasızca idam edilmişti. Onların altın çağında hapishaneler dünya gayyası idi.

Onların altın çağında tek parti diktatörlüğü ve faşizmi vardı.

Onların altın çağında seçimler şöyle yapılırdı: Tek partinin oyları matbaada basılır. Halk korku içinde kuyruğa girer, oylar sandığa açık olarak atılır, sayım gizli yapılır, tek parti yüzde 99 kazanırdı. Onların demokrasisi…

Bendeniz bir gazeteci olarak inançlarımdan, düşüncelerimden, görüş ve tenkitlerimden dolaylı tutuklandığım, ağır ceza mahkemelerinde yargılandığım, zindanlarda süründürüldüğüm zamanlarda onlar “Gazeteciler tutuklanıyor, basın hürriyetine darbe vuruluyor…” diye feryat etmemişti. Aksine oh olsun demişlerdi.

1962’te Yeni İstiklal gazetesindeki “Zulümlerin en Alçakçası ve Şenii Kanunların Gölgesinde Yapılandır” başlıklı yazımdan dolayı tutuklandığım zaman, ellerimi bir hırsız ile birlikte kelepçeleyip Sultanahmet adliyesinden yakındaki aynı ismi taşıyan hapishaneye yayan olarak, parktaki halkın içinden geçirerek götürmüşlerdi.

1984’te atıldığım Sağmalcılar cezaevinin karantina bölümündeki adaletsizlikleri hiç unutmuyorum.

Beni orada, taşradan adli tıbba muayeneye getirilen delilerin bulunduğu koğuşa koymuşlardı.

O zamanki mevzuata göre cezam ağır hapis olmadığı için Şile cezaevine naklimi istemiştim. Hakkım olduğu, gazeteci ve fikir suçlusu (!) olduğum halde özel sevke izin vermemişler, beni bir sabah canlı tabut cezaevi arabasında sevk etmişlerdi. Yirmi beş kadar mahkûmduk. Bileklerimizi bir zincirle ve kilitle kelepçelemişlerdi. Kilidin anahtarı, iki mühürlü kapalı bir zarf içindeydi. Yirmi beş mahkûmun hepsini birden büyük bir “Sevk Zinciri” ile bağlamışlardı. Bir kaza olsaydı kurtulamazdık. Ceplerimizde hiçbir şey bırakmamışlardı. Yol boyunca ekmek ve su vermemişlerdi. Hastalar ilaç kullanamıyordu. Mahkûm arabası, önünde ve ardında eskortlar olduğu halde yıldırım hızıyla gidiyordu.

Sağmalcılar cezaevinde arabaya bindirilmemiz saatler sürmüştü. Gerede’ye geldiğimizde akşam oluyordu.

Bendeniz gazeteci, yazar değil miydim? Benim basın hakkım yok muydu?

Darbeci Kemalist generaller rejimi, Müslümanları birinci sınıf vatandaş saymıyor muydu?

Bunca rezillikler ve zulümler çekmeme sebep olan yazılarımda hiçbir suç yoktu. Bugün onlardan bin kat daha ağır tenkit yapanlara bir şey yapılmıyor.

Sağmalcılar cezaevinde başıma gelen bir hadiseyi anlatayım: Deliler koğuşunda kalıyordum ya, delinin biri jiletle birini yaralamıştı. Askerler yüz küsur kişilik koğuşumuzu basmışlar hepimizi avluya çıkartmışlardı. İnce ince bir yağmur yağıyordu. Teğmen bağırmıştı. Herkes soyunsun!.. Soyunmuştuk, üzerimizde sadece bir külot kalmıştı. Bize yağmur altında ıslanma cezası verilmişti. Delinin biri birini yaralamış, bunda benim ne suçum vardı?

Giyinmemize izin verilip koğuşumuza döndükten sonra, bütün yataklarımızın ve eşyalarımızın yerlere atılmış olduğunu, içme suyu bidonlarımızın devrildiğini ve suların yere döküldüğünü görmüştük. Yeni İstiklal gazetesi okuyucusu Kurtuluş savaşı gazisi Taraklılı emekli bir subayın bendenize hediye etmiş olduğu küçük yazma Kur’an da yere atılmıştı.

Bugünkü cezaevleri benim anlattığım eskilere nispetle konforlu otel gibidir.

Bugün tutuklu veya mahkûm gazeteciler daha insanca sevk ediliyor.

Üzerinde bir don bırakarak soyup yağmur altında bekletme işkencesi yok.

Sağmalcıların karantinasında bit kaynıyordu.

150 kişilik koğuşta yıkanmak için sıcak su yoktu. Mahkûmlar bir oduna bakır tel sarmışlar, bunu su dolu bir fıçıya koymuşlar, bu ilkel usulle sıcak su elde ediyorlardı.

Cezaevinde mescit vardı, gidemiyorduk.

Kantin vardı, gidemiyorduk.

Kütüphane vardı, gidemiyorduk.

Her koğuş hapishane içinde ayrı bir hapishaneydi.

Bu kadar kapalı bir mekâna uyuşturucu nasıl giriyordu?

Evet bendeniz de bir gazeteci olarak çok çile çektim, çok zulüm gördüm ama tutuklandığımda Beyaz Türklerden bir kişi bile “Basın hürriyeti ayaklar altına alınıyor” diye bağırmamış, fakire acımamıştı.