Bir kabadayı çıktı meydane

bre… bre… bre!

Peh… peh… peh!

Sahi nerede kalmış, kaç nefes almış ve kaçıncısında kalmıştık. Hele müsaade edin de kalan nefesimizle bir uzun “heeeyt!”, çekelim. “Heyt”, dedim de aklıma geldi. “Heyt”, bilirsiniz kabadayıların mevcudiyetlerinin sözlü olarak; “buradayım ha!” ifadesidir. Sözlüklerin cesur, gözü pek, atak kişi olarak tanımladıkları kabadayılık, öyle gökten zembille inmez. Kabadayılığın; çıraklık, kalfalık ve de ustalık dönemi vardır. Kabadayı olmak ve namınızın dört bir yanda söylenmesini mi istiyorsunuz? O halde mahalleden işe başlayacaksınız. Sonra şehirde nam salacaksınız. Ülke genelinde adınızın söylendiği an artık kabadayısınız demektir. Hele de namınız ülke sınırlarını aşıp da uluslar arası camiada söylenmeye başlasa yeme de yanında yat. Artık kimsecikler tutamaz sizi. Bre… Bre… Bre! Peh… Peh… Peh! Yol verin hele! Heeyt de heyt!

Ne o beğenemediniz mi attığım narayı? Beğenmedinizse beri gelin; gelin de boyunuzun ölçüsünü alayım! Vaar mı bana yan bakan? Var mı lan! Söyleyin de yan bakanın imiğini sivrilteyim. Yıllarca önce Hüseyin Gamlı adında Malatya-Hekimhanlı bir arkadaşım vardı o anlatmıştı. Olay Hekimhan ilçesinde geçiyor. Adamın biri kendisini kabadayılık görüngüsüne kaptırmış; alkolün dozunu da kaçırınca küçük dağları ben yarattım havasına girmiş. O havayla varmış bir kahvehaneye. Şöyle ayağının ucuyla itekleyivermiş kahve kapısını sonra da basmış narayı; “Heeeyt ulan! Var mı bana yan bakan? Var mı lan! Kahvede bulunanlar korku, tedirginlik; az buçuk şaşkınlıkla çevirmişler başlarını bu zıpçıktıya. Öndeki masalardan birinden iri kıyım bir kişi kalkıp yürümüş bizim heeyt heyt’cini üstüne ve dikilmiş karşısına: “sen”, demiş; “bir şey mi dedin, düdük?” Bizimki bir iri kıyım adamın enine boyuna bakmış, bir de kendi çapına ve çapsız yüreğine; anlamış ki pabuç pahalı. “Abi”, demiş, “adını bağışlar mısın?” Adam “Mehmet”, demiş “n’olacak.” Bizim kabadayı bir öncekinden daha gür bir sesle: “Heeeyt ulan var mı Mehmet abimle bana yan bakan!” Var mı lan!”, diye ikinci bir nara daha patlatıvermiş.

Ya işte böyle sen nasıl yorumlarsan yorumla bizim sözde kabadayı, Mehmet ağabeyini de yanına almış ya! Artık, tutabilene aşk olsun! Kabadayılığın tarihi oldukça eskidir. Her ülkede değişik kimlik ve kılıkla kendini gösteren kabadayılık, Osmanlı’da mahallenin saygın delikanlısı, mahallesini kötülüklerden koruyan; yiğit, iyi yürekli, yardımsever insanlar olarak bilinmiştir. “Mahallenin namusu benden sorulur” düşüncesi ile hareket eden Osmanlı kabadayıları, mahallelerine kalkan olur; onun her türlü işlerinden kendilerini sorumlu tutarlardı. Özellikle de mahallenin kadınlarını ve kızlarını ayaktakımından; onların kaba davranış ve tacizlerinden korumaya çalışırlardı. “Yani bir nevi kahraman!” “Sakın ha! Bu işin nevisi olmaz; yakıştırması, benzetmesi olamaz. Kahraman; çok, çok farklıdır. O bizim kutsalımızdır. Varlığımızın teminatı, canımız, namusumuz, yüz akımızdır. Malazgirt’imiz, Mohaç’ımız, Çanakkale’miz, Dumlupınar’ımız şanımızdır. Şehit ve gazileri ile mukaddesatımız, bayrağımız, toprağımızdır. O, hiç kimseyle, hiçbir şeyle kıyaslanamaz. Onun heyt heytleri yoktur. Bir “Allah” der o kadar. Onun beynini notayla, midesini salatayla, yüreğini kotayla sınırlayamazsınız. “Kutsallarım uğruna ölümden ötesi var mı?”, der; der de, ölür. O, yürek mücevherlerini layık oldukları yerde bırakalım da biz yine konumuza dönelim. Zaman içerisinde bazı kavramlar gibi kabadayılık da iş ve işlevini kaybetti. Cahil ama terbiyeli, iyiliksever bir o kadar da fedakâr “Osmanlı kabadayısı” tipinin yerini günümüzde salt kendini ve avenesini düşünen, çevresine olduğu kadar başkalarına da zarar vermekten zevk alan; kravatlı keneler; kabuğu cilalı süneler, kan emici sülükler aldı. Kabadayılığın ağırlığı da saygınlığı da buhar oldu, uçtu. Osmanlı tipi kabadayılar ise ancak hatıralarda, hikâyelerde, romanlarda rastlanır oldu. Ya işte o kaybolan kabada yılığın da elbette bir raconu vardı. Kendine özgü kuralları, kırmızıçizgileri vardı. Öyle her önüne gelen, eline aldığı silgiyle kabadayının çizdiği kırmızıçizgilerini silemezdi. Kırmızıçizgilerin silinmesi karizmayı çizdirtmekle eş değer olduğundan hiçbir kabadayı buna katlanamazdı. Hele de kabadayılara tükürdüklerini ölse de yalatamazdınız.

İyi de diyeceksiniz bizim tanıdığımız kabadayılarda senin bu saydığın özellikler yok. Doğru, doğru da o sizin tanıdığınız ve kabadayı olarak gördükleriz gerçek kabadayı değiller. Onlar, o kâğıttan kuklalar olsa olsa külhanbeyi olurlar. Hani şu hamamlarda ocağı yakmakla görevli kişiler var ya… Külhanbeyi ile kabadayı tamamen farklı iki kavramdır. Külhanbeyleri Osmanlı’nın son zamanlarında türemişlerdir. Etrafına topladığı çapulcularla mahallelerinde huzursuzluk çıkartan, halkı haraca bağlayan, hatta başka mahallelerin külhanilerine sataşarak üstünlük kurmaya çalışan, namının diğer mahallelerde de söylenmesini arzulayan bu külhaniler, yaptıkları icraatları ile hem kendi mahallelerinde hem de çevrelerinde rahat, huzur bırakmamışlardır. Çapulcu oldukları için de edebi olanlar edeplerinden ve bu tiplerin şirretliklerinden çekinmiş; aynı seviyeye düşmeyi zül kabul ettikleri için de bunlara sataşmayı göze alamamışlardır. Bu çekinmeyi üstünlük ve korku ile özleştiren ve ‘ne güzel; her bir kesi ve kesimi sindirdim’, diye de uygun yerini kınalatarak ortalığa düşen külhanbeyleri ise ortamı uygun bulunca esmiş, heyt’lerini de yükselttikçe yükseltmişlerdir. Vallahi, kabul etseniz de etmeseniz de sizin kabadayı olarak nitelendirdikleriniz bunlar. Yani Osmanlı’nın bozularak güncelleştirilmiş külhanileri… Karizması bir değil birkaç defa çizilen, kırmızıçizgileri silinen, tükürdüğü yalatılan; mahallesine, halkına ve çevresine huzursuzluktan başka hiçbir şey vermeyen, bizim Hekimhanlıya dahi kırk defa rahmet okutan; “höst!”, denildiğinde tırsan, birden çok kişinin gölgesine sığınarak nara patlatanlar... Bukalemun tipli yardakçılar, yanardönerler... Yüreğine değil yüksüğüne güvenen hoyrat, başıbozuk, serseri tipler. Evet, nerede kalmış, kaç nefes almış ve kaçıncısında kalmıştık? Yazımıza böyle başlamıştık ya! Gelin isterseniz böylesi külhanbeylerinden Allah, bu necip milleti korusun diyerek bitirelim yazımızı ha! Ne dersiniz!