Bir atölye olsun istiyorum,  kişilik atölyesi. Bütün kişiliksizleri içerisine koyup binbir yerinden kesip biçip ve artık ne kadar mümkünse bir biçim, bir karakter, bir şekil vermek, biraz eli yüzüne bakılır şekle sokmak…

Bir atölye olsun istiyorum, kişilik atölyesi. Bütün kişiliksizleri içerisine koyup binbir yerinden kesip biçip ve artık ne kadar mümkünse bir biçim, bir karakter, bir şekil vermek, biraz eli yüzüne bakılır şekle sokmak…

Kullanılacak alet ve edevatın ne olduğu ya da ne olması gerektiğine dair bir rezervim yok. Herkesin kendine özgü alet, edevat ve formülünün olması sıkıntı ettiğim konular arasında değil. Aradığım tek şey insani metot ve evrensel doğrulara ulaşma gayesi taşıyor olsun.

Dünya taş dolu ve haliyle elin altına konulması ve yontulması gerekenler…

Kimileri var ki fazlaca sivri, köreltilmesi gereken ve kimileri var ki fazlaca kör, biraz sivriltmeye gereksinim duyan. Bir o kadar odun var ve hatta kütük. Amorf, his ve duygudan yoksun tam bir kütük. Alınıp ele iyiden iyiye, evire çevire inceden inceye elden geçirilmesi gereken…

Bilirim!

Taş ve kütükten inci mercan – elmas ve zümrüt olmaz ama yontulmuş taş ve kütük de yabana atılır bir eser olmasa gerek diye düşünüyorum. Şeklini aldıktan sonra geçip karşısına ortaya çıkan şeyi dingin bir ruh haliyle izlemeyi kim yabana atabilir ki?

Bütün bunları söylerken, heybemde, umuda dair yükümün ağırlığından dem vuruyor da değilim. Bunu söylediğim an ''Bu ne yaman çelişki'' deyişlerinizde kulağımda çınlıyor elbette. Ne ki bir tutam umut azığım olurken insan ve İslam olmuşluğumun yüreğime yüklediği sızıdır beni yola revan kılan.

Birine, birilerine bir yerlerden başlanması gerektiğine olan inancım ve bu inancın omuzlarıma uyguladığı baskı, yine inancımdan aldığım güç ile tahammül edilebilir veya tahammül edebildiğim hale getiriyor ve geliyorum. Aksi ne mümkün?

Bir zamanlar işlenmiş olduklarına ve dolayısıyla bir inci, bir zümrüt ve bir elmas olduklarına inandıklarımın şekilsiz, hissiz ve duygusuz bir taş ve kütük olduklarını anlayışımdır umudumun kolunu kanadını kıran…

Dünkü gördüklerim ile dünkü inandıklarım ve bugünkü gördüklerim ve dolayısıyla tasnif edişlerim arasındaki hem mesafe ve hem de nitelik farkının bu denli büyüklük göstermesinin yüreğime yüklediği ağırlık yadsınır gibi değildir.

Atsan atılır ve satsan satılır cinsten değildi derdim.

Bir bir patlıyordu balonlarım. Kocaman bir değer ve ulvi bir kişiliğe denk düştüklerine inandıklarımın, boşluk ve hiçliğe tekabül edişlerine tanıklığım, nasılda acı ve sızı veriyor yüreğime. Sızılarımın içerisinde çocuksu bir hüzünden tutun da, büyüklükten kaynaklı aldatılmışlık dolayısıyla yutkunması zor bir nefrette…

Tam böyle bir arifede nasıl bir atölye kuracak ve bu yontulmuşları yontacaktım!?

Onlar, daha evvelden haylice bir elden geçmiş, yontulmuş, cilalanıp boyanmışlardı! Dolayısıyla onlar, birer nadide eserlerdi benim için. Gıpta ettiğim, sevdiğim, saygı duyduğum kocaman birer çınar gibiydiler. Zaman zaman gölgelerinde nefeslendiğim, kol ve kanatları altına sığındığım çınarlar…

Ve sonra !

Cüluş bahşişleri ile aslında ne denli kaba saba bir taş ve ne denli sağ ve solunca çıkıntısı olan şekilsiz bir kütük olduklarına tanık oluşlarım, atölyeye ve hem de acilen gereksinim duyduğum hissiyatımın ateşleyicisi oldular.

Atölyeye almak istiyorum bu taş ve kütükleri. Alınıp ele iyiden iyiye, evire çevire inceden inceye yontmak, çıkıntılarını tıraşlamak istiyorum.

Bütün bunları yapmak isterken bile kol ve kanadımı ve hatta belimi kıran ne biliyor musunuz ?

Hiç birisinden bir halt olamayacağını biliyor olmam…!