“Bekârım, hamileyim, sana ne?”

1997-1998 yılları bana hep “28 Şubat” denilen menfur devreyi hatırlatır. Bu milletin sinir uçlarına dokunulan yıllardır bu dönem…

Bu dönemde bir araştırma kaleme alınmış.

1998 yılında “kuldan yurttaşlığa: kadınlar neresinde?” başlıklı 1000 evli kadınla yapılan ankette, “çağdaşlık” türküleri söyleyenlerin ne kadar çuvalladıkları ortaya çıkmıştır. Türk milletini “geri” olarak görenlerin ne kadar “ileri” gittikleri “bekârım, hamileyim, sana ne?” martavallarından belli oluyor.

Bekârlıkla hamileliği bir araya getirmekte hiçbir beis görmeyenlerin asalet hususundaki algılarını merak ediyoruz.

Babası belli olmayan bir çocuğun halet-i ruhiyesini tahayyül edebiliyor musunuz?

Öğretmeni “baban ne iş yapıyor?” sorusuna “bekârım-hamileyim sana ne?” diyen bayanın çocuğunun mahcubiyetini tasavvur ediniz.

Bekârlık ile hamileliği “normal” gören bir “bayan” olabilir kendi “zevkinin” bir tatmini olarak (!)

Ama o doğacak çocuğun zihninde husule gelecek travmayı kimi tedavi edecek?

Ezanla yoğrulmuş ülkemizde “bekârım, hamileyim, sana ne?” diyen bir “bayanı” hararetle destekleyen ve “helal olsun” diyen “bayanlar” vardır.

Herhalde bu eğitimimizin “şaheserleri” olmalı (!)

Lütfen Google giriniz ve görünüz…

Gelelim 1998 yılında yapılan araştırmaya…

Araştırmanın başlığından da anlaşılacağı üzere “kuldan yurttaşlığa” deniliyor. Yani Türk milleti Cumhuriyet öncesinde “kulmuş” (!) daha sonra “yurttaş” olmuşmuş(!)..

Cumhuriyetin ilk yıllarında, hususiyetle tek partili dönemde (1923-1950), Osmanlı Türk toplumu en sığ ve en bayağı şekilde tahkir edilmiştir. “Kuldan yurttaşlığa” martavalı da böyledir.

“Kulluktan kurtulduk” zannedenler şimdi nefsinin zebunu olmuşlar hatta paranın ve para sahiplerinin zebunu olmuşlar. Hatırlamalıyız ki, Osmanlı klasik döneminde insanlar Allah’ın kuluydular. Allah’ın kulu olmak hürriyetin zirvesidir. Müslüman sadece Allah’ın önünde diz çöker ve baş eğer.

Bu araştırmada 1926 yılında batıdan kopya edilen Medeni Kanunun kadınlara verdiği sözde eşitlikten söz ediliyor ve “ev dışında hareket özgürlüğünden” dem vurularak; İstedikleri yerlere seyahat etme konusunda Ümraniye’deki evli kadınların yalnızca % 7. 9’u, Doğu şehirlerimizdeki evli kadınların % 7. 8’i, taşradaki evli kadınların % 5.5’i kendilerinin karar vereceklerini belirtiyorlar. Bu araştırmaya göre; geceleri kimseden (kimse denilen kocası) izin almadan kendi başlarına bir yere gitmelerinin mümkün olmadığını belirten yazar, evli kadınların Ümraniye’de % 96, Doğu şehirlerimizde % 93 olduğunu ifade ediyor.

Bu tespiti yapan “kuldan yurttaşlığa” başlıklı araştırmanın yazarı şu yorumu yapıyor; “Ev dışına çıkmak konusunda bile karar verme gücüne sahip olmayan çok sayıda kadın için eğitim, çalışma hayatı, siyaset veya sivil topluma kendi özgür iradeleriyle katılmaktan bahsetmek, hareket özgürlüklerine getirilen kısıtlamalar nedeniyle olanaksız görünüyor”.

Tırnak içindeki ifadeler yazara aittir. “Hürriyet” ve “imkan” gibi yüksek Türkçeye ait kelimeler varken, “özgürlük” ve “olanak” gibi Türk dünyasıyla İstanbul merkezli Türklüğü bölen kelimeleri kullanmayı asla tercih etmem.

1930’lu yıllarda bizde uydurulan “özgürlük” lafı yerine Azerbaycan'da “hürriyet” ifadesi kullanıyor. Keza, milletimizi tarihinden ve Türk dünyasından koparan “olanak” lafı yerine yine Azerbaycan’da “imkân” ifadesi kullanılmaktadır. Bu husus bahs-ı diğerdir.

Bahse konu çalışmada, bu kelimelerin (özgürlük, olanak, yurttaş vs) kullanılmasından yazarın Türk milletinin temel değerlerine ne kadar uzak olduğu anlaşılmıyor mu?

Şimdi “kuldan yurttaşlığa” başlıklı araştırmanın yazarının şu tespitine bakınız.

“Çağdaş yazarımız”, “ev dışına çıkmak konusunda bile karar verme gücüne sahip olmayan” diyor. “Ev” olarak basite irca edilen mekân, aile yuvasıdır. Ailede ebeveyn vardır. Onlar hayat boyu birlikte olmak hususunda nikâh akdi yapmışlardır. Bir Türk ailesi düşünün, gece saatlerinde evin hanımı, kocasından habersiz dışarıya çıkacak ve bunu, medeni kanununu kadına vermiş olduğu “eşitlik” adına yapacak öyle mi?

Türk milletinin en büyük talihsizliklerinden biri, son iki yüzyıldan beri (1950’den sonrası kısmen istisna) temsil mevkiinde bulunanların milletin temel değerlerine uzak olmasıdır. Bu araştırmayı yapan yazara ve bu frekansta olan çevrelere şunu hatırlatmak isteriz ki,

  • Türk aile anlayışında aile mukaddestir.
  • Para her şeyin ölçüsü değildir.
  • Kadın ile erkek eşit değil farklıdır. Farklılık ahenktir.
  • Müslüman Türk para uğruna ailesini feda etmez.
  • Para mühimdir fakat her şey değildir.
  • Ailede mühim olan huzurdur, para değil.
  • Müslüman Türk milleti kadınıyla erkeğiyle huzurlu bir aile saadetinde kararlıdır.
  • Milletimizin mayası sağlamdır. Her ne kadar 80-90 yıldır aile yapısının tahkim edilmeyip dolaylı olarak tahrip edilmeye çalışılsa da imanıyla ve bağrından çıkardığı ehl-i sünneti müdafaa eden kuruluşlarıyla milletimiz, sevgili peygamberimizi referans almaya devam edecektir.
  • Biliyoruz ki, ülkemizde “bekârım, hamileyim, sana ne?” anlayışında olan bir zümre vardır. Bu zümre marjinaldir. Önemle hatırlatmalıyız ki, sosyal bünyemizi tahrip eden bu tür sosyal rahatsızlıkların kamu otoriterince görülmesi ve tedbir alınması talebimizdir.
  • Milletimizin ve toplumumuzun temelini teşkil eden aile yuvalarını yıkacak, hayatının baharında masum çocuklarımızın boynunu bükecek, kadınları daha çok mağdur edecek olan “eşitlik” adı altında, kadını zorlayan ve yoran bir anlayışa milletimiz asla iltifat etmemelidir.

Hatırlanmalıdır ki, kadın ve erkek yaratılış bakımından farklıdır. Kadın erkeğin yerine, erkek kadının yerine ikame edilemez.

Milletimizin enerjisi israf edilmemelidir.