Avrupa’da tırmanan ırkçı anlayışın tarihi sebepleri

Batı’da özellikle 11 Eylül sonrası yükselmeye başlayan İslam karşıtlığı akımı son zamanlarda özellikle Türkiye’yi hedefe koyarak ırkçılık stratejisi ve hinterlandını genişletmeye başlamıştır. Almanya’dan başlayan bu akım giderek German soylu diğer milletlere de sirayet etmiş Avusturya ve Danimarka derken Hollanda ile ırkçı yaklaşımın zirvesine ulaşmıştır. Hollanda Türkiye Dışişleri Bakanına uçuş izni vermediği gibi ülkesinde misafir bir temsilci konumunda olan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanına, uluslararası hukuk ve diplomasi kural ve teamülleriyle hiç bağdaşmayacak çirkin bir muamelede bulunmuştur. Elbette Türkiye Cumhuriyeti Devleti mütekabiliyet ilkesi gereği gerekli karşılığı verecektir ancak bu yazının konusu meselenin hukuki yahut diplomatik boyutunu incelemek değil meselenin derin tarihsel köklerine inmektir.

Muhakkak ki 19’uncu asırda Avrupalı filozoflar tarafından bir ideoloji olarak sistematik hale getirilen ırkçılık anlayışının köklerini, eski Yunan, Roma ve Mısır medeniyetlerine kadar götürmek mümkündür. Bu uygarlık sahası içindeki toplumlar kendilerini üstün ve ayrıcalıklı bir kategoride görüp diğer insanları ise köle hizmetçi yahut en iyi ihtimalle ikinci sınıf topluluk olarak değerlendirmişlerdir. Örneğin filozof Platon Devlet adlı eserinde, insanların seçilerek soyunun geliştirilmesini ve seçilmiş bir toplum oluşturulmasını savunmuştu.

Şüphesiz ki kadim tarihte İslam ve Türk karşıtlığının zirvesi 11.inci asırda Haçlı Seferleriyle gerçekleşmişti. İşte Avrupa’da İslam Coğrafyasını müdafaa eden Türklere karşı korku ve düşmanlığın oluşması da bu olayla başlamış ve Osmanlı Devleti’nin bir cihan devleti olmasıyla da zirveye taşınmıştı. Kısaca, üstün ırk temelli bir anlayıştan yola çıkarak insanların ben ve öteki olarak ayrılması anlayışını ifade ırkçılığın felsefi ve ideolojik olarak sistematik hale gelmesi ve bilimsel bir kılıfa büründürülmesi 19’uncu asırda Avrupalı düşünürler marifetiyle olmuştur. Irkları ilk defa sınıflandıran ve Ari ırkı (Avrupa) üstün sayan Fransız Gobineau ve İngiliz Stewart Chamberlain ırkçı ideolojinin temellerini atmıştır. Bunun bilimsel temelleri ise Sosyal Darvinizm teorisiyle biçimlendirilmeye çalışılmıştır. Teoriye göre Avrupa insanı, medeniyeti temsil ettiği için dünyanın geri kalan bölgelerine hükmetmeli ve sömürgeler yoluyla medeniyet götürmeliydi. Bu Avrupalılar için doğal bir haktı. Irkçılık anlayışının fikri ve felsefi altyapısı ise Herder ve Fichte gibi filozoflar vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Herder’e göre toplumları tabiat yarattığı için milletlerin birbirlerine karışması doğanın tabiatına aykırıydı. Fichte ise Kant ve Herder gibi düşünürlerden etkilenerek Alman ırkçılığının temellerini atmıştı.

Nihayetinde bu ırkçı temeller 20’inci yüzyılda Hitler ve Musollini ile Faşizme evrilmiş ve bunun sonucunda dünya büyük bir felaketle karşı karşıya bırakılmıştır. Bu ağır felaket 50 milyon insanın ölmesi ve bir o kadarının da yaralanmasıyla neticelenmişti. Asrı hazıraya geldiğimizde ise, özellikle Soğuk Savaşın 19902da sona ermesiyle yeni bir ötekiye veya düşmana ihtiyaç duyulmuştu. Zira komünizm iflas ederek yıkılıp gitmiş onun yerine Batı’nın üstünlük ve sömürüsüne bahane teşkil edecek yeni bir araç bulunması lazım gelmişti. Zira artık Post-modern devir başlamış ve bu dönemin siyasi ve ekonomik paradigmasını şekillendiren Küreselleşme dalgası henüz başlamıştı. Bahaneyi keşfetmek çok zor olmadı. 11 Eylül saldırıları aranan bahaneyi teşkil etti ve İslam-fobia ya da İslam karşıtlığının ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Daha sonra giderek İslam düşmanlığına doğru evrilen bu anlayış Avrupa’daki ırkçı partiler için de bir can simidi oldu. 2011 Suriye iç savaşından sonra ortaya çıkan ve yüzyılın en trajik hadiselerinden biri olan göç dalgası ve mülteciler meselesi ise Avrupa’da ikinci dalga ırkçılığın yükselmesine sebep olmuştur.

Zira, yüzyılın insanlık trajedisine karşı kayıtsız kalan AB ülkeleri, kendilerine yönelen göç dalgası sebebiyle artan ırkçı popülizmden siyasi olarak rant devşirme arayışına girmişlerdir. AB ülkeleri ayrıca ortaya çıkan göç meselesinin tüm sorumluluğunu Türkiye’ye yüklemekle kalmamış, mültecilerle ilgili problemler dolayısıyla da suçlama cihetine gitmişlerdir. Türkiye, AB ile 2016 yılında imzaladığı mülteci geri kabul anlaşmasına uymasına rağmen AB hiçbir taahhüdünü yerine getirmemiş üstelik bir de Türkiye’ye karşı kriz manipülasyonlarına girişmiştir.

AB eğer kriz stratejisiyle Türkiye’yi yönlendirmeyi düşünüyorsa yanlış bir hesap içindedir. Çünkü takip ettiği politika Avrupa’da ırkçılığın yayılmasından başka bir işe yaramamaktadır. Kısa vadede siyasi rant devşirse de takip ettiği politika orta ve uzun vadede bumerang sonucunu doğuracaktır. İkinci Dünya Savaşı örneği henüz yakın tarihin belleğinde canlı bir şekilde yerini muhafaza etmektedir. Tarihten ibret almayana ise ders almasından başka yapacak bir şey yoktur.