Annem sıradan bir insandı. Övünerek anlatabileceğim, ünvanları ve meziyetleri yoktu.

Annem sıradan bir insandı. Övünerek anlatabileceğim, ünvanları ve meziyetleri yoktu. Ancak öyle bir imtihan edilerek öldü ki nice evliyalar, öyle bir imtihandan geçirilmemiştir diye düşünüyorum. Kalburüstü olmak isteyenlere, hayatta karşılaştıkları sorunları zihinlerinde büyütmesinler diye kalburaltı bir Anadolu kadının çilesini ve mutlu sonunu yaşanmış bir hikâye olarak anlatmanın faydalı olacağını umuyorum.

Annem, Anadolu’nun basit bir köyünde dünyaya gelmiş (1946), dedem okula göndermek istememiş, ancak zorunlu eğitim olduğu için, mecburen onu okul kaydına götürmüş, yolda da kendi kendine “zaten bu kız inattır, ismini de söylemez, öğretmende o okul kaydı yapmaz” diye söylenmiş. Bu sözü duyan annem, babasının isteğini yerine getirmek için okul kaydı yapan, müdüre ismini söylememiş. Okul müdürü de kayıt yapmamış. Annemde okula hiç gitmemiş.

1980 ihtilalinden sonra, “aligel” okuluna dört çocuklu bir anne olduğu halde, köyde yerinde, mecburi olarak gitti. (İhtilalden sonra köyde kalmıştık ) Ablam ve benden okuma öğrenmeye çalışıyordu. Yaklaşık iki ay gitti. Ciddi ders çalışıyordu, küçükken okula gitmemekten dolayı da çok üzgündü.

Sonra İstanbul’a geldik. Köyden kente göç eden bir aile olmanın tüm zorluklarını yaşadı annem. Su yoktu, sırtında su taşıdı, hep fakirlik çekti, her gün kazak örerdi. Hem ev işleri hem kazak örme işleri yoruyor ve bıktırıyordu ama yaşamak için devam etmeye zorunluydu. Beş kardeş olmuştuk; evimiz, 60 metrekareden ibaretti. O nedenle her gece yatakları serip, sabahları yatakları kaldırmak, kışın soba yakmak, çok vakit alıyordu. Kazak örerek geçim sağlamak zorunda kaldığı için hiç boş vakti yoktu. Babamla istemediği halde evlenmiş olsa da, babama saygı gösterirdi. Hiç ismi ile babamı çağırdığını duymadım. Babamın da anneme hiç iltifatlı sözler söylediğini duymadım.

Nihayet bütün zorluklar için de çocuklarını büyüttü. Ekonomik zorluklar tam bitiyordu ki, müfettiş yardımcılığından , müfettişliğe geçiş sınavını (2002) kazandığımı öğrendiğim gün annem beyin kanaması geçirdi, 17 gün komada uyudu, hastaneden çıkınca bir yıl yatalak yattı, hiç oturamıyordu bile, meğer fizik tedaviye getirmemiz gerekiyormuş. Bunu doktorlar bize söylememiştiler ve bilgi de vermemişlerdi. Sonra kendi araştırmalarımız la akupunktur uygulaması yaptırdık. Sağ bacağı ve kolu felçli kalmıştı. Bir zaman sonra sokakta değnekle yürümeye başlamıştı ki, aynı hafta düştü ve bir daha ölene kadar sokakta hiç yürüyemedi. Fizik tedavilerle sadece ev içinde değnekle yürümeye başlamıştı ki, yine düştü ve kalçası kırıldı, kalça kemiğine platin konuldu, artık evde de yürüyemez olmuştu (2008). Vefat ettiği 2015 yılını nisan ayına kadar 7 yıl sadece yatağında yatabiliyor ve oturabiliyordu. Ben her Pazar yanına gitmeye çalışırdım. Tabii anneme olan üzüntülerimden dolayı psikolojik olarak yıprandığım ve onun acılarına dayamadığım için bazen gitmeyi ertelediğim zamanlar oluyordu.

13 yıl boyunca hep yanında olmaya çalıştım, annem rahatsız olduğu için hiçbir yıllık izin kullanmadım. Çünkü hasta annemi hiçbir yere götüremezken, kendim eğlenemiyordum. Tabii kız kardeşimin durumu daha zordu, çünkü anneme bakma yükünün büyük çoğu, bekâr olduğu için onun sırtına yüklenmişti. Üstelik 2010 yılında babam, beyin kanamasından dolayı yatalak oldu. Annem ile beraber babamın da yatalak olmasından korktuğumuz için ilaçlarına çok dikkat etmemize rağmen babam annemin durumuna düştü. Kız kardeşimin yükü daha da arttı. Tabii diğer aile bireyleri de yardım ediyordu, ama uzaktan ne kadar yardım edebilirler ki… Annem inattı, kızından başkasının gelip kendisi ile ilgilenmesini kabul etmiyor, hep kız kardeşimi istiyordu.

Son zamanlarda annem, artık diyalize girmesi gereken bir böbrek hastası oldu. Yatalaktı, kalçasında platin olduğundan dolayı, normal arabalarla oturarak hastaneye götüremiyorduk, her seferinde ambulans ile hastaneye götürmek zorunda idik. 2008 yılından 2015 yılına kadar her hastaneye gidişimizde ambulans ayarlamak çok zor oluyordu. Diyaliz için hafta da üç gün ambulans bulmak çok, çok daha zor oluyordu. Çalıştığım kurumun ambulanslarından yararlanmaya çalışıyordum. Allah razı olsun, Kurum yöneticilerimde yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Çok sıkıntılı bir dönemdi. Üstelik de diyaliz merkezleri, kendileri götürüp diyaliz yapmadıkları gibi, yatalak hastaların evde diyaliz yapılmasına yasal olarak diyaliz makinesi vermeyeceklerini , kendilerininde gelemeyeceklerin i söylüyorlardı. Gündüz diyaliz girebilme içinde İstanbul Anadolu yakasında boş yer bulamadık. Akşamları diyaliz merkezine götürmek zorundaydık, çalıştığım kurumun ambulans hizmetleri verebilmesi için gece personel çalıştırması gerekiyordu; sürekli gece ambulans servisi hizmeti olmadığı için ancak ihtiyaç olduğu zamanlar personele fazla mesai yaptırarak bu hizmeti verebiliyordu. İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü de kurumların ambulans hizmetleri için lazım olduğunda mesai yapılacak şekilde, gece mesaisini yapmasını yasaklıyor, vardiyalı sisteme geçin diyordu. Bizim kurumundan vardiyalı sisteme geçecek kadar personeli yoktu. Bu yasak başladığı gün, tatile giden bir diyaliz hastasının gündüz diyaliz olma sırası, bir aylığına bize verildi. Biz gündüzleri annemi diyalize götürüyorduk.

Ablam da kanser olmuştu. Son zamanlarını yaşıyordu. Annemi ve ablamı, evleri birbirine yakın olduğu halde görüştüremiyordu k. İkisi de dışarı çıkamıyor, gezemiyordu. Ablam öldü. (Allah rahmet eylesin) Çocuğunun, öldüğünü anneme ben söylemek zorunda kaldım. Çok üzüldü. “Ben ölürüm yaşamam artık” dedi. Hakikaten de öyle oldu. Annem 19 gün sonra öldü. O kadar sık ağlıyordu ki diyaliz yapıldığı zamanlarda da ağladığı için diyaliz makinesi duruyor, diyaliz tamamlanamıyordu . Diyalizin tam yapılamaması nedeni ile kalbin zarar göreceğini söylediler doktorlar, zaten öyle oldu, annem kalp krizi geçirerek öldü. (Allah rahmet eylesin) Öyle bir zamanda öldü ki, üç gün sonra annemi akşam diyalize götürecek, ambulans bulamayacaktık. Belki karga tulumba götürecektik diyaliz merkezine, bu götürüşlerde canından bezecekti, acı çekecekti. Allah imkânlarımızın tükendiği noktada da annemin canınım almıştı.

Annemin öldüğü gün, Pazar günü, çoluk çocuk oraya gitmiştik. Annem “ben oturamıyorum artık dedi.” Sonra biraz kendini zorlayınca oturdu. Ama biraz daha kötüleşince ambulans çağırdık, hastaneye götürünce, ambulansın kapısını ben açtım. Annem çok şaşkın bakıyordu, “ben ölüyorum aziz” dedi. Ben hiçbir şey söylemedim. Sedyede taşırken, felçli olan sağ kolunu düzeltmemi istedi. Yüksek sesle “lailahe illallah” zikrini tekrarlamaya başladı. Sedye ile hastane koridoruna girdiğimizdi; zikri, giderek daha yüksek sesle tekrarlamayı sürdürdü. Müdahale edilecek hastane odasının kapısına geldiğimizde, çıkarabileceği en yüksek ses ile hastane koridorunu inleterek “lailahe illallah” dedi ve gözlerini tavana doğru dikerek öldü. Annemi sedyede ben tuttuğum için kollarımda can verdi.

Annem ölünce hiç üzülmedim. Annem öldüğü için çok sevindim. Şöyle düşündüm. Yeryüzünde annem de cennete gitmeyecek ise o zaman kim gidecek bu cennete? Annem cennete gitmez ise bizlerin gitme ihtimali yok gibi diye düşündüm. Bu durum, Allah’ın merhameti ile bağdaşmaz dedim. Annemin cennete gideceğinden çok emin.

Annemi, yatalak olduğu için maddi durumumuz sonrada düzeldiği halde hiç tatile götüremedim, onunla hiç piknik yapamadım, yürüyüşe gidemedim diye çok üzülüp ağlamışımdır. Yatalak hasta bakmak –ki hala babama da bakıyoruz- bu Türkiye’de çok büyük sorun. 112 ile hastaneye götürebiliyorsun uz, ama hastaneden eve 112 geri götürmüyor. Hastane acil servisinde kala kalıyorsunuz. Bütün belediyelerin ve hastanelerin ambulans hizmetleri hep mesai saatleri içinde veriliyor. Mesai saatleri dışında, sizi evden alıp, eve teslim edecek şekilde hasta nakil hizmetleri verilmiyor.

Annem hep namusuyla, şerefiyle yaşamak istedi, hiç dilenmeyi tercih etmedi, hep helal para ve kendi el emeği ile geçinmek istedi. Türkiye şartların da yapmış olduğu hayat mücadelesinde çok acılar çekti. Devletimizin yaşlılar ve korunmaya muhtaç olan kişiler hakkında daha fazla proje geliştirmesi lazım. Onlara bakan aile fertlerine daha fazla destek çıkması lazım. Çünkü bir yatalak hasta varsa, bu yatalak hasta insanın kendi anne babası veya evladı ise aradaki yakın duygusal bağdan dolayı, çok yoğun bir şekilde empati kurulduğu için zamanla o yatalak hastaya hizmet eden aile fertlerinin de hem akıl sağlığı hem de beden sağlığı bozuluyor. Devlet özellikle yatalak veya sürekli bakıma muhtaç hastası olan ailelere hiçbir iş bırakmadan, o hastanın tüm hizmetlerini görmeye yönelik projeler geliştirmelidir. Hiçbir insan sadece devlete yük olmak için hasta olmaz. Evde bakım hizmetleri sadece birkaç laboratuar testinin yapılıp, diğer muayeneler için hastaneye gitmelisiniz demekten ibaret olmamalıdır. Şimdi yapılan evde bakım hizmetleri hastayı evde hastaneye, hastaneden eve nakil yapılmayı ve refakatçi sağlamayı kapsamıyor. Oysa ki yatalak hastaların yakınları işte bunları yaparken hastalanıyor, aklı ve benden sağlığını kaybediyor, yeni yardıma muhtaç insanlara dönüşüyor. İşte babam da anneme üzüntüsünden yatalak oldu. Evet, tüm tetkikler yapılıyor ama yatalak ve bakıma muhtaç hastayı hastaneler de oda, oda dolaştırmak insanı psikolojik olarak bitiriyor. Öyle bir sağlık sistemi kurulmalı ki, yatalak bir hastanın evinden alınıp, her tür sağlık hizmeti yapıldıktan sonra istediği yere geri getirilebilmelid ir. Belediyeler ve hastaneler yatalak hastalar için ailelere iş bırakmayacak şekilde refakat sistemi kurabilirler. Sadece işsiz gezen kişilere refakatçi olmak için çalışma imkânı verilmesi yeterlidir.

14 senedir yatalak hastalarla uğraşan biri olarak, bu konuda birçok proje üretilebileceğim i düşünüyorum. Keşke bir soran olsa… Hoşça ve sağlıcakla kalın…