Hacı Bektaş Vilâyetnâme, her iki liderin pek çok kez bir araya geldiğini ifade ederek, aralarında geçen bazı diyalogları kendine özgü ve akıcı bir dille bize aktarmaktadır.Örnek olarak bunlardan biri şöyledir...

Hacı Bektaş Vilayetname, her iki liderin pek çok kez bir araya geldiğini ifade ederek, aralarında geçen bazı diyalogları kendine özgü ve akıcı bir dille bize aktarmaktadır.Örnek olarak bunlardan biri şöyledir; 'Bir defasında Hacı Bektaş, Ahi Evran'ı görmek için Kırşehir'e hareket etmiş; bu hal, Ahi Evran'a malum olmuş; sonra o da gelip Kırşehir'in yakınındaki tepenin üstünde birbirleriyle buluşmuşlar, oturup sohbet etmişler, bu sırada Ahi Evran, 'Erenler Şahı, ne olurdu burada bir pınar olsaydı da abdest almaya, içmeye yarasaydı' demiştir. Bunun üzerine Hünkar, eliyle işaret edip bir yeri eşmiş; arı duru güzelim bir su çıkmış ve akmaya başlamıştı. Ahi Evran, bu defa 'Erenler Şahı, bir gölgelik ağaç da olsa, sıcak günlerde gölgelenilirdi' dediğinde Hünkar ululuğu, 'Ne ola Ahi'm' demişti. Ahi Evran'ın kavak ağacından kesilmiş bir sopası vardı, bunun üzerine bir yeri kazmış, onu da alıp oraya dikmiş, bir anda ortalık yeşerip yapraklanmıştı. Bu olaydan sonra bir müddet daha sohbet etmişler, sonra vedalaşmışlardı. Bu kavak ağacı büyümüş büyük gölgelik bir ağaç haline gelmiş ve uzun yıllar yaşamış, ayrıca o pınar da uzun zaman akmıştır. Sonra Kırşehir'e biri gelip o ağacı kesmiş ve evinde kullanmış; Ahi Evran oğulları, durumu anlayıp ona 'İyi etmedin, bu yaptığın sana hayır getirmez, orası Ahi Evran Padişah ile Hünkar Hacı Bektaş Velî'nin oturup sohbet ettikleri yerdi, orası aşıkların, muhiplerin ziyaret yeriydi' demişlerdi. Gerçekten de bir süre sonra o adam ölmüş, evi de yıkılmıştı, bununla birlikte ağacı kesenler için de iyi olmamış, onlara da bu iş, iyilik getirmemiş, aradan bir zaman geçtikten sonra pınar kurumuştu. Fakat bu pınar yeri, bugün hala bellidir' (Vilayetname, vr. 111b-112b; Vilayet-name, 1995: 51-52; Velayetname-i Hacı Bektaş Veli, Trz: 175-177). Ahi Mahmud b. Ahmed'in Ahi Evran lakabını nasıl aldığını ise, Vilayetname bize şöyle anlatmaktadır: 'Ahi Evran, Kayseri'de kimsenin yapamadığı türden renk renk sahtiyan (derileri) işlemiştir. Bunları, üstü örtülü bir kapta muhafaza etmekteydi. Biri gelip kendisinden deri istese besmeleyle elini atar, ne renkte ve kaç tane deri istiyorsa çıkarır verir, parasını alırdı. Ne kadar deri istenirse istensin verirdi. O zaman her zanaat ehlinden ve her dükkandan vergi (yevmü'l-kıst) almak adetti. Gammazlar (kendisini çekemeyenler), Kayseri sancak beyine gelip 'Burada ulu bir üstad tabbak var, işçileri çırakları çok; her gün dilediği kadar deri satıyor, malı çok fakat vergi vermiyor, ondan da vergi alsanız yerinde olur' diyerek onu şikayet ederler. Bunun üzerine Kayseri Beyi, 'Varın o da şu kadar mal versin. Yoktur derse bu şehre geleli işlediği derinin vergisini versin' diyerek birkaç adam gönderir. Görevliler, gelip görürler ki imalathanenin kapısı kapalı, ortada kimse görünmüyor. Kapıyı açıp içeri bakarlar. Bir de ne görsünler? İmalathanenin içi evren (ejderhalar)le dolu. Hepsinin gözleri, külhan alevi gibi parlıyor (ateş saçıyor); ağızlarını açıp kendilerine karşı kükrüyorlar. Bunun üzerine akılları başlarından gider, korkarak kaçıp beye gelirler, gördüklerini haber verirler ve anlarlar ki Ahi Evran, kuvvetli bir vilayet eridir (keramet ehlidir)' (Vilayet-name, vr. 110a-110b; Vilayet-name, 1995: 51)14. Bu olaydan sonra Ahi Mahmud, 'ejderha' anlamına gelen ejderin ateş gibi parlayan gözlerinden kinaye olarak 'Evran' lakabını alır, Ahi Evran olur. Örnek olarak, işlediği deri mamulü mallardan isteyenlere istedikleri kadar verdiği halde hiç azalmadığını görenler, bunu kerametine yormuşlardır. Yine gemilere binip açık denizlere açılanlar, zor anlarında fırtına ve korkunç dalgalar yüreklerini hoplattığı zaman yanlarında onu görmüşler ve o, Hızır'la birlikte imdada yetişmiştir. Bunlarla birlikte o, kervan ve kafilelerle hacca gitmediği halde hacılar tarafından Kabe'de görülmekteydi. Yine sabah namazını Kudüs'te, öğle namazını Şam'da, ikindiyi Medine'de, Yatsı'yı Kabe'de kıldığı sonra tekrar memleketine geldiği anlatılır. bk. Tarım, 1948: 78-80; Çalışkan, İkiz, 2001: 5. Ayrıca Ahilerin arasında ve Ahi Evran'ın yanından uzun yıllar hiç ayrılmayan ve Kırşehir'deki tekkesinin de kendisinden sonraki şeyhi olan Ahmed Gül şehri, Keramat-ı Ahi Evran (Ahi Evran'ın Kerametleri) isimli 166 beyitlik mesnevisinde onun evliyadan olduğunu söyleyerek değişik kerametlerini anlatmıştır. bk. M. Fuat Köprülü, 1999: 97; Köksal, 2006: 24-45; Çalışkan-İkiz, 2001: 104-117; Gökalp, 2005: 23-37. Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran'ın aynı dünya görüşünü, aynı hayat felsefesini ve bu çerçevede aynı manevi ve ahlaki değerleri paylaştıklarını söyleyebiliriz. Bu yüzden olmalıdır ki, Vilayetname'de ortaya konulan Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran arasındaki bu sıcak ve samimi ilişki, bu yakın dostluk, bu dinî ve siyasi birliktelik, ister istemez onlara bağlı olanlar arasında da etkili olmuş ve tarihsel süreçte kendini göstermiştir. Ahi Evran'ın bildiğimiz eserleri şunlardır: Tabsıratu'l-Mübtedi ve Tezkiretü'l-Müntehî, (Nuru Osmaniye Ktp. Nr. 228), Metaliu'l-İman, (Konya Yusufağa Ktp., Nr. 4866, İmanın Boyutları ismiyle Mikail Bayram tarafından çevrilerek 1996 yılında yayınlanmıştır), Menahic-i Seyfî, (Süleymaniye Ktp., Halet Efendi, Nr. 92), Letaifu'l-Hikme, Mürşidu'l-Kifaye, Medh-i Fakr ve Zemm-i Dünya. bk. Mecdî Efendi, 1269: 33; Köksal, 2006: 18-23; İlhan Şahin, 1988: 529-530; Bayram, 2003: 64-66.