Kaderimiz hasretimizi büyüttü.
Kaderimiz hasretimizi büyüttü. Çırpınıp durdukça çaresizliğimize korkaklaştık. Ürker olduk sevdamızdan. Hakkın gazabına çarpılıp da rahmetinden mahrum kalanlarda sık sık rastlanan iç paniklerle yaşar olduk. İnançlarımızın zayıflığından mıdır yoksa imanımızın noksanlığından mı bilinmez ama fasit bir korku deryasının azgın sularına kapılmış gidiyoruz.
Fikren, zihnen, ruhen öylesine bir çöküntü içerisine girdik ki
gittikçe belagatte anlayışsızlaşıyor düşüncede fakirleşiyoruz.
Halimizi, mazimizle mukayeseden dahi korkar olduk. Kendi vehmimizin
cinnetini yaşıyor, gölge hayaletlerinin yaktıkları çıralarla
yolumuzu görmeye çalışıyoruz. Yaşadığımız ard arda gelen
çirkinliklere dur demenin gücünü çoktan kaybettik. Simsiyah bir
buluta yüklediğimiz umutlarımızın ardında amansız müzmin
sıkıntılarla cebelleşen güçsüz bedenlerimizi sürükleyip duruyoruz.
Nereye?...
Geçmişin imbiğinden süzülüp billurlaşan ne varsa hepsini bir bir
terk ettik, ediyoruz. Önümüzde açılan açıldıkça nelerle
karşılaşacağımızı bilemediğimiz bir sürü kapıyı zorlayıp duruyoruz.
Doğduğumuz, serpilip boy attığımız topraklarda gurbeti yaşar olduk.
Yakın kabul ettiklerimiz mi vefasız yoksa uzak olanlar mı vefalı
ikilemini dahi düşünecek halimiz kalmamış. Hafızası dumura uğramış,
düşünce yoksulu, his yoksulu bu halimizle sürekli irtifa kaybediyor
alçaldıkça alçaklıkları göremiyoruz. Yere çakılacağımızı bile bile
gözlerimizi kapatmakla yetiniyoruz. Birbirimize karşı duyduğumuz
güvenin yerine katmerli vefasızlıkları; sevginin yerine kinleri,
nefretleri; güzelliklerin yerine çirkinlikleri bina etmekte
ustalaşıyor(!) ustalaştıkça da birbirimizden kopuyor
yalnızlaşıyoruz. Kendi ürettiğimiz musibetlerden yakamızı bir türlü
kurtaramıyor çırpındıkça batıyoruz. Kendi ellerimizle yıktığımız
binanın enkazının altında çaresizliğimizi ve suskunluğumuzu
yaşıyoruz. İçte ve dışta ihanet şebekelerinin kurtuluş adına
sundukları reçetelerin zehirli ilaçları ile bünyemiz tahrip
edilirken biz hala mana köklerimizi yok etmeye çalışan insafsız
avcılardan medet ummak gibi bir garabetin peşine düşmüşüz. Yeis,
ümitlerimizi sarıp sarmalamış. Düşüncelerimiz darmadağın,
gözlerimiz ufukta ışık ararken önümüzdeki çukuru göremez olmuşuz.
Aklımız boyalı fantezilerin kurbanı olurken yüreklerimiz korku
dağlarında, gırtlak ve mide avına çıkmış. Ritmi bozulmuş kalbimizle
tekleyen nabızlarımıza daha ne kadar kan pompalayabiliriz
ki?...
Milli ve dini hayatımızın kaidelerinin bir bir yıkılması
karşısındaki suskunluğumuzun bize ne büyük felaketler
getireceğinden habersiz hata üzerine hata işliyoruz. Kendi özünü
inkâr etme gafleti bizi affedilmesi mümkün olmayan günahlara
sürüklüyor. Girilen çetrefilli, her dönemeci mayınlı bu yolda aklı
salimi tekrar bulabilmenin ne denli zor olduğunu bilenlerimizin
uyarılarına da kulak tıkıyoruz. Nefsimizin emrinde, tenimizin
kölesi olarak yaşamak; görememek, sezememek, değerlendirememek…
Nereye kadar?
İçerisinde kulaç attığımız küfür denizinin azgın suları bizi
boğmaya çalışırken hiçbir gayret göstermiyoruz. Oysa azıcık
gayretlensek korktuğumuz, bizi boğan bu azgın suların ne denli sığ
olduğunun farkına varacağız.. Ah bir doğrulabilsek!…
Bir doğrulabilsek ayaklarınızın toprağa değdiğini görecek şüpheden,
vehimden, korkudan sıyrılacak; ifritin tahribine dur diyecek gücü
kendimizde bulacağız. İşte o zaman Allah’ım rahmetinin enginliğine
sığınıp, merhametine el açacak, eşiğine baş koyup gözyaşı
dökeceğiz. Belki o zaman Allah bir sürü günah işleyen biz;
düşüncesiz, arsız, hissiz duyarsız kullarını helak olmaktan
kurtarır.
Ah bir doğrulabilsek!…