Keşmir… Dağları göğe seccade gibi serilmiş, ırmakları şiir gibi akan, yeşilin binbir tonuyla gönlü serinleten büyülü bir coğrafya. Her vadisi, her zirvesi adeta gökyüzünün yeryüzüne eğilmiş bir duası gibi. Yüksek dağların doruklarında ciğerlerinize kader gibi işleyen o serin hava; çam ağaçlarının ıtır kokulu nefesiyle birleşince, insanı masalların beşiğine, zamanın unutulduğu diyarlara götürür.
Dar sokaklarında her misafire ikram edilen çam fıstıklı şerbetlerin nefaseti, yüzyılların sanatını taşıyan kaşmir kumaşlarının zarafetiyle buluşur. Bu diyar, sadece tabiatıyla değil, ruhuyla da seyyahı sarhoş eden bir sır âlemidir. Keşmir, yalnızca bir yeryüzü parçası değil; inancın, tabiatın ve hayalin birbirine karıştığı efsanevi bir vuslat noktasıdır…
Hint altkıtasının irfan güneşi, efsanevi şair Allame Muhammed İkbal’in gözbebeği olan bu topraklarda, dinlerin ve medeniyetlerin iç içe geçmiş mirası konuşur. Rozbal’da, Srinagar’ın Khanyar mahallesinde, kimi geleneklere göre Yuz Asaf, kimilerine göre ise Hintlilerin “İssa” diye andığı meçhul bir peygamberin kabri uzanır. Kabirdeki siyah taşın içinde olduğu söylenen ayak izi, asırlardır dillerde bir sır gibi dolaşır. Hemen yanı başında Hz. Meryem’e atfedilen bir mezar ve biraz ötede, Hz. Süleyman’ın tahtının bulunduğu rivayet edilen o eşsiz güzellik…
Hindistan ile Pakistan arasında sıkışıp kalmış bu cennet parçası, bugün yine tehlikeli bir gerilimin eşiğinde soluk alıp veriyor. İki nükleer gücün gölgesinde kalan Keşmir, tıpkı geçmişte olduğu gibi, yeniden bir çatışmanın merkez üssü… Yaklaşık seksen yıldır dünyanın “çözülememiş meseleleri” arasında ilk sıralarda yer alan bu kadim diyar, Britanya İmparatorluğu’nun bölgeden çekilirken ardında bıraktığı en çetin ve en kanlı miraslardan biri olmayı sürdürüyor.
1947 yılında Hindistan ve Pakistan bağımsızlıklarını ilan ettiğinde, Keşmir hâlâ bir prenslik statüsündeydi ve bu toprakların hangi devlete katılacağı meselesi, daha en başından derin bir ihtilafa dönüştü. Pakistan, nüfusunun yaklaşık %90’ı Müslüman olan bu coğrafya üzerinde doğal bir hak iddia ederken, Hindistan ise tarihsel bağlara yaslanarak Keşmir’in kendisine ait olduğunu savundu. Bu ayrışma, iki ülke arasındaki ilişkilerin temel fay hattını oluşturdu ve zamanla defalarca kanlı çatışmalara sahne oldu.
Oysa bu kadim belirsizliğin temeli, çok daha geriye, Britanya sömürgeciliğinin hesap kitapla örülü dönemine uzanır. 1846 yılında İngilizler, 7 buçuk milyon rupi —bugünün hesaplarıyla yalnızca 105 bin dolara tekabül eden bir meblağ karşılığında— 222 bin kilometrekarelik bir coğrafyayı, yani Marmara ve İç Anadolu Bölgeleri’nin toplamından büyük olan Müslüman Keşmir’i, yok pahasına bir Hindu Raca’ya satmıştı. O gün atılan bu imza, yalnızca bir toprak devri değil; yüzyıllar sürecek bir adaletsizliğin ve çalkantının başlangıcı oldu.
1948 yılında Birleşmiş Milletler, Keşmir’de halkın iradesine başvurulmasını, yani bir referandum yapılmasını kararlaştırdı. Fakat Hindistan bu kararı hiçbir zaman uygulamaya yanaşmadı. Aksine, bölgeye yoğun askerî birlikler sevk ederek, “özerklik” söylemi ardına gizlenmiş fiilî bir işgal süreci başlattı. Keşmir halkı için bu, yalnızca bir siyasi manevra değil; çıplak bir işgalin, adaletin ve hürriyetin inkârıydı.
İzleyen yıllarda, Hindistan ve Pakistan üç kez savaşın eşiğine geldi. Yerel çatışmalar, suikastlar ve toplumsal şiddet ise adeta bölgenin değişmeyen kaderi hâline geldi. Keşmir, barut kokusu ve umut arasında sıkışmış bir sessizlikle yaşamaya mahkûm edildi.
5 Ağustos 2019’da Hindistan, Keşmir’in anayasayla güvence altına alınmış özerk statüsünü resmen kaldırarak bölgeyi mutlak bir denetim altına aldı. Camiler susturuldu, internet erişimi tamamen kesildi, sokaklar askerî birliklerle dolduruldu; Keşmir, adeta bir açık hava hapishanesine dönüştürüldü.
Hindistan Başbakanı Narendra Modi liderliğindeki Hindutva ideolojisine bağlı Hindistan Halk Partisi (BJP), parlamentodaki çoğunluğunu kullanarak Cammu Keşmir’in idari yapısını kökten değiştiren yasa tasarısını onayladı. Yeni yasayla birlikte Keşmir, ikiye bölünerek “Cammu Keşmir Birlik Toprağı” ve “Ladakh Birlik Toprağı” olarak yeniden tanımlandı. Bu karar, sadece bir idari düzenleme değil, aynı zamanda tarihsel bir kimliğin parçalanmasıydı.
Modi hükümetinin bu adımı, Müslüman halkı o toprakların asli unsuru olarak görmeyen bir zihniyetin tezahürü olarak okunabilir. Aynı zamanda, bu politik hamlenin ardında yatan asıl amaçlardan biri, bölgenin demografik yapısını zamanla değiştirmek ve Keşmir’in tarihsel dokusunu Hindutva ideolojisi doğrultusunda yeniden şekillendirmektir.
Pakistan ise, Hindistan’ın uluslararası hukuku hiçe sayan müdahalelerine karşı çıkarak, Keşmirli Müslümanlara verdiği destekle bu kronik gerilimin en belirgin aktörlerinden biri olmayı sürdürdü. Zaman içinde bu mesele, yalnızca bir sınır çizgisinin ötesine taşındı; artık Keşmir, siyasal hesapların, dinî kimliklerin ve jeostratejik çıkarların iç içe geçtiği karmaşık ve çok katmanlı bir kriz alanına dönüştü.
Geçtiğimiz hafta, Hindistan idaresi altındaki Cammu Keşmir bölgesinin Pahalgam kentinde, kimliği belirsiz silahlı kişiler tarafından turistlere yönelik kanlı bir saldırı gerçekleştirildi. Olayda 26 kişi hayatını kaybetti, çok sayıda kişi ise yaralandı. Hindistan hükümeti, saldırının sorumluluğunu doğrudan Pakistan’a yüklerken; Pakistan, bu suçlamaları reddederek olayın kendisine karşı kurgulanmış bir senaryo olduğunu ileri sürdü. Hatta Pakistan medyasında, saldırının arkasında İsrail’in bulunduğuna dair yorumlar dahi yer aldı.
Rus siyaset kuramcısı Aleksandr Dugin ise dikkat çekici bir değerlendirmede bulunarak, nükleer silahlara sahip iki ülkenin karşı karşıya gelmesinin küresel güçlerin işine yaradığını ve olayın arkasında bu yapılar olabileceğini öne sürdü. Körfez ülkelerine resmî ziyarette bulunan Hindistan Başbakanı Narendra Modi, gelişmeleri duyar duymaz ülkesine döndü ve herhangi bir somut delil sunmaksızın Pakistan’ı sert bir dille hedef aldı.
Bu karşılıklı suçlamaların ardından, hava ve kara sınır hatlarında çatışmalar hızla tırmandı. Ancak en büyük endişe, bu krizin nükleer silah sahibi iki ülke arasında yaşanıyor oluşu. Tarafların sert söylemleri ve yükselen tehdit dili, bölgenin sadece Güney Asya’yı değil, bütün dünyayı etkileyebilecek bir nükleer felaketin eşiğine sürüklenebileceği yönündeki kaygıları artırıyor.
Böylesine akıl ve vicdan dışı bir savaş gerçekten mümkün mü? Aklıselim ve sağduyu, insanlığa bu felaketin eşiğinden dönmeyi emrediyor. Zira böyle bir çatışma, yalnızca Hindistan ile Pakistan’ı değil, bütün bir yeryüzünü geri dönülmez bir yıkıma sürükleyebilir. Unutulmamalıdır ki, bugüne dek yaşanan hiçbir konvansiyonel savaş bu kadim sorunu çözmeye yetmemiştir.
Keşmir meselesi, silahların gölgesinde değil; ancak siyasi irade, karşılıklı anlayış ve samimi bir diyalog zeminiyle çözüme kavuşabilir. Belki de bugünkü kriz, derinleşen uçurumu daha da büyütmek yerine, barış için atılacak cesur bir adımın kapısını aralayabilir.
Bu mesele yalnızca bugünün değil; uzun ve karanlık bir sömürgecilik tarihinin devam eden bir uzantısıdır. Britanya İmparatorluğu çözülmeye yüz tuttuğunda, Hindistan altkıtasında güçlü ve birleşik bir Müslüman devletin doğmasından kaygı duyan sömürgeciler, özellikle kuzeyde yoğunlaşan Müslüman nüfusu bilinçli bir biçimde parçalamaya yöneldi. Oysa o dönemde nüfusun yarısından fazlasını oluşturan Müslümanlar, nihayetinde yalnızca yarımadanın üçte birini kapsayan, coğrafi ve siyasi açıdan kırılgan bir Pakistan’a mahkûm edildiler.
Böylece Müslüman halk, tarihî ve kültürel bağlarına rağmen üç ayrı ülkeye bölündü: Hindistan, Pakistan ve sonradan ayrılan Bangladeş. Bu bölünme, yalnızca haritalarda değil, zihinlerde ve yüreklerde de derin yaralar açtı; ve bu yaralar, hâlâ kapanmış değil…
Hasıl-ı kelâm, artık zaman, Hindistan ve Pakistan’ın tarihsel yüklerini bir kenara bırakarak, ortak bir barış vizyonu inşa etmelerinin zamanıdır. On yıllardır süren çatışmaların hiçbir tarafı zafere taşımadığı aşikârken, her yeni kriz yalnızca halkların acılarını derinleştirmektedir. Ancak ne yazık ki, Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin, Gandhi ve Nehru’nun barış ve diyalog eksenli siyaset çizgisinden uzaklaşarak Hindutva ideolojisiyle ülkesini çatışmanın eşiğine sürüklemesi, geleceğe dair umutları gölgelemektedir. Oysa bu politikaların bir kazananı olmayacaktır; kaybedeni ise yalnızca Keşmir halkı değil, tüm bölge ve nihayetinde dünya olacaktır.
Bugün Keşmir, yalnızca çözülememiş bir sınır meselesi değil; bir halkın kimliğini, inancını ve geleceğini savunmak uğruna verdiği sessiz ama onurlu bir direnişin adıdır. Bu direniş, silahla değil; adaletle, vicdanla ve gerçek bir siyasal iradeyle karşılık bulduğunda barışın kapıları aralanacaktır. Belki de şimdi, bu en derin kriz anı, uzun süredir ertelenen bir çözümün başlangıç noktası olabilir…