Üzerinden tam 564 yıl geçti... Hz. Peygamber’in (SAV) işaret ettiği ‘kutlu ordu’ olmak için İstanbul’u kuşatan ordu, imanıyla surlarını aştı, binlerce şehidin kanıyla suladığı bu toprakları vatan yaptı....

Peki Osmanlı’ya yükselişin kapılarını açan, Avrupa’yı korku dehlizlerine garkeden fetih öncesinde neler yaşandı. Sultan Mehmet’i ‘Fatih’ yapan ruh nasıl beslendi. İstiklal yeni nesile klavuz olsun diye fethin tüm detaylarını yazdı...


FETİH DÜŞÜNCESİNİN AÇIKLANDIĞI TOPLANDI

Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi (1), “Mahrûse İstanbul Fetihnamesi” adlı eserinde buyurdu:

“Fâtih Sultan Mehmed Hân, bir gün devletin ileri gelenlerini ve saltanat yetkililerini saraya da’vet etti.

Herkes derece ve rütbesine göre

“Emredilen ma’zûrdur” sözü gereğince, emriniz başımız üzeredir. Ne emr ederseniz hazırız” dediler.

Bundan sonra Fâtih Sultan Mehmed Hân yerine yerleştikten sonra, âdet olduğu üzere ve Osmanlı geleneğine göre ziyâfet hazırlanıp, türlü türlü yemekler yendi.

Vezîrler ve diğer yetkililer günlük işlerle ilgili mes’eleleri arz etmek üzere Pâdişâh’ın huzûruna girmişlerdi.

Görüşülmesi gereken mes’eleler görüşüldükten sonra, dîvân odasına gitmek üzere kalkacakları zaman, Fâtih Sultan Mehmed Hân, onlara tatlı diliyle hitâb edip şöyle dedi:

“Allâhü Teâlâ Hazretlerinin lütuf ve ihsân hazînelerinin kapısı fetihlerle açılır. Uzun müddetten beri bir husûs benim kalbimi rahatsız eder oldu.

Onu sizinle istişâre etmek isterim. Çünkü kendi görüşüyle hareket eden mes’ûd olmaz, istişâre eden bedbaht olmaz.

Bir insan, ne kadar fikir, firâset ve zekâ sâhibi olursa olsun, ehli ile müşavere etmekten uzak durması, hiçbir zaman doğru değildir.

Rasûlüllâh (Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem) Hazretleri bütün mahlûkatın en üstünü iken, her işinde Allâhü Teâlâ Hazretlerinin ;

“İş husûsunda istişâre et.

Müşâvereden sonra dabir şeyi yapmağa karar verdin mi, artık Allâhü Teâlâ Hazretlerine güven ve dayan.

فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ

Allah’a mütevekkil ol. Çünkü Allah mütevekkil olanları/kendi zâtına güvenenleri sever (2) ” âyet-i kerîmesi hükmünce istişâre etmekten kaçınmamıştır.”

Bu sözleri duyan vezîrler;

“Evet efendim, Pâdişâh âlem penâhın emirleri karşısında söz söylemeye haddimiz yoktur.

Güneş yanında zerrenin, deniz yanında damlanın ne kıymeti vardır.

Zâtınızın işâretleri olduktan sonra, istiyorum ki dünyâda hayırla anılıp, âhırette büyük ecre kavuşayım.

O İstanbul ki, irem bağları ondan bir parçadır.

Dillerde konuşulan ve şöyle dedi:

“Cömert babalarım ve mübârek dedelerim kesin olarak anlamışlardır ki; dünyânın devleti ve ni’metleri sonsuz değildir.

Bu fâni cihan kimseye bakî ve ebedî kalmaz, insanın nefesleri sayılıdır ve sonsuzluk kapısı kapalıdır.

Yaratılıştan maksad; kişinin Allâhü Teâlâ Hazretlerini bir bilip, mümkün olduğu kadar, can tende iken Allâhü Teâlâ Hazretlerinin rızâsını kazanmağa çalışmaktır.

Ashâb-ı kirâmdan Ebû Sa’îd el-Hudrî (r.a.) rivâyet eder ki: “Rasûlüllâh (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) Hazretlerine bir kimse gelerek;

“İnsanların en fazîletlisi kimdir?” diye sordu. Rasûlullâh (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem);

“İnsanların en fazîletlisi, nefsi ve malı ile, Allâhü Teâlâ Hazretlerinin rızâsı için gazâ (cihâd) edendir” buyurdu.

Babam ve dedelerim de, bu fâni âlemde gazâ ve cihâdı bilip, ömürlerinin sonuna kadar ehl küfür ve ehl dalâlet ile mücâdele edip, harbetmedikleri bir dakika geçirmediler.

Saltanatları zamanında, büyük bir gazânın yapılmadığı bir sene geçmedi. Yine bir büyük hâdisenin olmadığı bir ay geçmedi. Şu anda, ben dahî Allâhü Teâlâ Hazretlerinin ;

أُولَئِكَ الَّذِينَ هَدَى اللَّهُ فَبِهُدَاهُمُ اقْتَدِهْ قُلْ لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرَى لِلْعَالَمِينَ (90)

“O peygamberler, Allahın hidâyetine eriştirdiği kimselerdir. Sen de onların gittiği yoldan yürü. De ki: “Sizi bu tevhîde (Kur’ân’a) çağırmama sizden bir ücret istemem. O Kur’ân, âlemler için ancak bir öğüttür” (3) emrine uyup, i’lây Kelimetullah ve ihyây Sünnet Rasûlullâh için var gücümü sarf etmek târih kitaplarında yazılan yeryüzünün incisidir.

Bu memlekette, benim padişahlığımda, orada azgınların, küfür ehlinin bulunması uygun değildir.

Hülâsa, niyetim ve gayretim, o şehrin feth edilmesidir.

Buna karar verdim. Bu yıl baharda, sabah rüzgârıyla birlikte feth oluna. Bunun için gerekli hazırlıklar yapıla.”

MÜJDEYİ HACI BAYRAM VELİ VERDİ

Sultan Murâd Han, Hacı Bayram Velî'yi günlerce sarayda misâfir etti, izzet ve ikrâmda bulundu.

Başbaşa sohbet ettiği günlerden birinde; konu İstanbul'un fethine gelmişti. Murâd Han Gâzi;

"Allâhü Teâlâ Hazretlerinin izniyle, evliyânın himmet ve bereketleriyle İstanbul'u almak istiyorum. Rahmetli dedem Yıldırım Bâyezîd Han bu işe girişti. Fakat bir netice elde edemedi. Devlet âl Osman'ın topraklarının ortasında bir Bizans Devletinin olmasına hiç gönlüm râzı değil. Sevgili Peygamberimizin de fethini müjdelediği bu İstanbul bize lâzım. Bunu almak için de himmetinizi, yardımınızı bekliyorum." dedi.

Murâd Han bu sözleri söylerken, Hacı Bayram Velî derin bir tefekküre dalmış, onu dinliyordu. Sultanın sözü bittikten bir süre sonra şöyle konuştu:

"Sultânım! Bu şehrin alınışını görmek ne size, ne de bize nasîb olacak. İstanbul'u almak, şu beşikte yatan Muhammed'e (Fâtih Sultan Mehmed Han) ve onun hocası, bizim Köse Akşemseddîn'e nasîb olsa gerektir." müjdesini verdi.

Sonra geleceğin Fâtih'ini kucağına aldı.

Onun gözlerine bakarak, uzun uzun teveccühlerde bulunda.

Sultan Murâd Han, bu müjdeye çok sevindi.

Oğlu şehzâde Muhammed'e ve Akşemseddîn'e artık başka bir nazar ile bakmaya başladı.

Hacı Bayram Velî Hazretleri Edirne'de bulunduğu müddet içinde, câmilerde vaaz verip, halka nasîhatlerde bulundu.

Edirneliler de onu çok sevdiler. Onun hangi câmide nasîhat edeceğini öğrenip, oraya akın akın giderlerdi.

Pâdişâh da onun Edirne'de kalmasını istiyordu.

Fakat Hacı Bayram Velî, Ankara'ya talebelerinin başına dönüp, onları yetiştirmeye devâm etmek istediğini bildirdi (4).

FETİH İÇİN PADİŞAHLIĞI TERK ETTİ

Sultan İkinci Murâd Hân, Segedin andlaşmasından sonra; Hâcı Bayram Velî’nin İstanbul’u fethedeceğini işâret buyurduğu oğlu Mehmed (Fâtih) lehine;

“Sağlığımda oğlumun padişahlığını göreyim” diyerek saltanattan çekildi.

Sultan İkinci Murâd Hân:

“Varalım bir iki gün zikredelim Mevlâ’yı; bize mi ısmarladılar bu yalan dünyâyı” deyip, Manisa’ya gitti.

Osmanlı tahtına oniki yaşındaki ikinci Mehmed Hân’ın geçirilmesi, on yıllık Segedin sulh andlaşmasına rağmen, başta Papalık ve Macarlar olmak üzere, Avrupa devletlerini ümitlendirdi.

Osmanlılara karşı birleşerek hazırlıklarını sür’atle tamamladılar.

Hunyadi Yanoş, Segedin andlaşmasını bozarak, yanında Papalık kuvvetleri de olduğu hâlde büyük bir haçlı ordusuyla hareket etti.

Oniki yaşındaki Sultan Mehmed Hân, ömrünün yirmisekiz yılını muharebe meydanlarında geçiren babası İkinci Murâd Hân’ı yaşından ümid edilemeyecek ifâdelerin bulunduğu târihî da’vet mektûbu ile tahta geçmeye çağırdı.

“Sultan isen ordunun başına geç! Eğer ben sultan isem gel orduma kumanda et!” dedi.

İkinci Murâd Hân, Manisa’dan Edirne’ye geldi.

Tekrar kumandayı ele alarak, tecrübe, dirayet ve askerlerin içten bağlılığının verdiği kuvvetle Varna’da haçlılar’a karşı cephe aldı.

Sultan Murâd Hân, o gece sabaha kadar gözünü hiç kırpmadı.

Allâhü Teâlâ Hazretlerine yalvardı.

Gözyaşı döküp duâ etti:

“Sığındım sana kim ganîsin ganî,

Bu düşmana zebûn eyleme beni.

Kerîmsin lutfîle keremin işle,

Rahimsin rahmetin bize bağışla.

Ümîdim tutmuşum sana İlâhî,

Ki sensin cümle halkın pâdişâhı.

Eğer senden ere zerre inâyet,

Ede mecmû’u bu küffâr itâet

İlâhi, derdime dermân kılıver,

Muhammed (Aleyhisselâm) kavmine yardım ediver.

Asılsın Arş’a İslâmın kılıcı,

Çû sensin kuluna yardım kılıcı” dedi.

Muharebe başlamadan önce de iki rek’at namaz kıldı ve;

“Yâ ilâhî! Mü’min kullarını benim günâhımın çokluğundan ötürü küffâr elinde zebûn etme! İlâhî! Habîb’in Muhammed aleyhisselâm hürmeti içün, O’nun ümmetini sen sakla ve Sen mensûr ve muzaffer eyle!” deyip duâ eyledi.

Savaş başladı. Bir müddet sonra Kral Ladislas ve savaşın dînî yönden tertipcisi Kardinal Cesarini’nin başları kesildi.

Ladislas ve Cesarini’nin başları birer mızrağa, Segedin sulh andlaşması da diğer bir mızrağa takılıp taarruza geçilince, Osmanlı târihinin en muhteşem zaferlerinden biri olan Varna Muhârebesi kazanıldı.

İkinci Murâd Hân, Balkanlar’da vaziyetin Osmanlılar lehine iyice kuvvetlendirilmesi için, ikinci defa Edirne’de Osmanlı Sultânı oldu.

BİZANS’IN BOĞAZI SIKILIYOR

Hazreti Fatih'in İstanbul'u muhasara ettiği zaman yaptırdığı Rumeli Hisarı, uzaktan bakıldığı zaman İslami harflerle “Muhammed” biçiminde okunacak şekilde inşa edilmiştir.

Bunun yapılışını ise, Evliya Çelebi, Seyahatnamesi'nde şöyle anlatmaktadır:

—İstanbul daha küffar elinde iken, tepenin başnda bir kilise vardı. Kilisenin papazı ise gizlice müslüman olmuş ve İstanbul'u fethedecek kumandanın Muhammed (Mehmet) isminde birisi olacağinı kitaplarında okumuştu.

Edirne'de ikinci Mehmed'in (Fatih'in) tekrar tahta çıktığını duyunca derhal gizlice bir mektup ile:

-İstanbul'u fethedecek ni'mel emir sensin, buraya bir kale ve Akdeniz'in boğazında iki kale yapıp, İstanbul'a iki taraftan yiyecek ve giyecek yardımı girmesine müsaade edilmezse kıtlık ve pahalılık olması muhakkaktır.

Azametle Edirne'den deniz gibi askerle, bu bizim tarafa teşrif ediniz, dedi.

Fatih bu mektubu alınca göğsü genişledi ve bir kat daha ferahladı. İstanbul'a av yapmak maksadıyla gelip, boğazdaki gizli müslüman papazla da görüştü.

Papazla Rumeli Hisarı'nın yapılmasında mutabık kaldılar. Bu arada Fatih şimdiki Rumeli Hisarı'nın olduğu yeri, Konstantin'den bir av köşkü yapmak için izin istedi. Fakat Konstantin bunu kabul etmeye yanaşmamakla beraber, red de etmedi ve:

-Bir sığr derisi kadar çiftlik yaparsa makbülümdür. Ama bir sığr derisinden büyük olursa iznim yoktur, sonra barışa aykırı hareket edilmiş olur, dedi.

Kralın bu sözlerini Fatih'e tebliğ ettiler. Hazreti Fatih, elçi önünde öküz derisi büyüklüğünde bir kule yapmaya başladı. Elçi gittikten sonra ise ne kadar ırgat ve mimar varsa hepsi buraya toplanarak Rumeli Hisarı'nın inşaasına başlandı.

Hazreti Fatih, Krala verdiği sözü zahiren bozmamıştı. Çünkü Kral'ın kendisine gönderdiği öküz derisini iyice gerdikten sonra, ince dilimler halinde diktirdi, bir ip gibi yaparak nereye kadar yetişmişse o kadar büyüklükte bir hisar yaptı. "

Hisarın yapılışı sırasında çok büyük yararlığı dokunan müslüman papaz:

-Padişahım, mübarek adınız Mehmet'tir. Kitabımızda Konstantin devletinin sizin elinize geçeceği yazılıdır. Şimdi bu kalenin şekli sizin isminize benzer şekilde olmalıdır.

Ben bu işi kırk seneden beri hesap eder dururum. Fakat bu zamana kadar kimseye açmış değilim. Bu işte bir nevi mütehassıs sayılırım, diyerek paçaları sıvadı ve hakikaten Rumeli Hisarı kufi yazı ile (Muhammed) şeklinde yapıldı.

Hisarın gizli gizli yapılış tam altı ay sürdü. O zamana kadar etrafını çalı - çırpı ile örtüyorlardı.

Yapılıp da artık yıkılması diye bir korku kalmayınca bir gece hisarın etrafındaki ormanlığı ateşe verdiler. Bir gecede orman yanıp kül oldu ve hisarın hakiki görünüşü bir inci gibi ortaya çıktı. Bundan sonra daha evvel hazırlanan asker, bütün top ve tüfeklerini alarak kaleye yerleştiler ve kale bir cephanelik haline geliverdi.

Kral bu hali işitince:

“Barışa aykırı bir kale yapmışlar” diyerek bir elçi gönderdi.

Hazreti Fatih ise, daha evvel dilim dilim yaptığı sığır derisini göndererek:

-Barışa aykırı bir hareket yok. Biz sığrın derisinin yetişebildiği yer kadar bina yaptık, dedi ve ondan sonra da muhasaraya girişildi.

KUTLU ORDUYU YETİŞTİREN HALK

Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul'u fethetme plânları yapıyordu. Henüz 21 yaşında bulunan hükümdar,

İstanbul'un fethine girişmeden önce, halkını imtihan etmek istemişti.

Sabahın erken saatlerinde tebdili kı­yafet ederek, Osmanlı'nın başşehri olan Edirne'de çarşıya çıktı.

Çarşının bir tarafından girip, alış-veriş yapmaya başladı.

Birinci dükkâna varıp bir şey aldı. ikinci bir şey istediğinde dükkân sahibi ver­medi. Fatih'i tanımıyordu dükkân sahibi.

Fatih Hazretleri mal olduğu halde neden vermediğini sordu.

Adam:

-Ben sana bir şey satmakla sabah siftahımı yapmış oldum. İkinci alacağını da karşıdaki dükkândan al. Çünkü o henüz siftah etmemiştir, dedi.

Fatih memnun olmuştu. Öbürüne vardı, bir miktar mal aldı...

İkincisini istediğinde o da vermeyip komşu dükkâna gönderdi. Böylece Hazreti Fatih koca çarşıyı baştan sona kadar dolaştı...

Hepsinde aynı mu­kabele ile karşılaşmıştı.

Aldıkları erzakı, medresede ilim tahsil eden talebelere gönderdi, kendisi de saraya gelip Allah'a şükür secdesine kapandı ve şöyle dedi :

-Ya Rabbi sana hamdolsun... Bana böyle birbirini düşünen millet ihsan ettin. Ben bu milletimle değil Bizans'ı dünyayı bile fethederim, dedi ve İstanbul'un Fetih plânlarını hazırlamaya başladı.

51 gün süren muhasaradan sonra Bizans, AkŞemseddin Hazretleri'nin de bizzat iştirakiyle fetholunmuştu.

İstanbul fetholunduk­tan sonra, Osmanlı Devleti"nin merkezi Edirne'den İstan­bul'a taşındı.

HIZIN ALEYHİSSELAM HABER VERDİ

Akşemseddîn(k.s.) Hazretleri (5) , Hızır Aleyhisselâm ile görüşen evliyâ ve alimlerdendir.

Muhâsaranın devâm ettiği bir sırada Avrupa'dan asker ve erzak getiren gemiler, Osmanlı donanmasının müdahalesine rağmen şehre girmeye muvaffak oldu.

Kâfirler görülmemiş şenlikler yaparken, Müslümanlar üzüntülü idi. Pâdişâha gelen bâzı devlet adamları;

-"Bir sofunun (Akşemseddîn) sözüyle bu kadar asker kırdırdın ve bütün hazîneyi tükettin. İşte Frengistan'dan kâfire yardım geldi. Fethetmek ümidi kalmadı." dediler.

Bunun üzerine Sultan Mehmed Han, veziri Veliyüddîn Ahmed Paşayı Akşemseddîn'e göndererek;

-"Şeyhe sor, kale feth olmak ve düşmana zafer bulmak ümidi var mıdır?" dedi. Buna Akşemseddîn Hazretleri şöyle cevap verdi:

-"Ümmet Muhammed'den bu kadar müslüman ve gaziler bir kâfir kalesine doğru hücum ederse, inşâallahü teâlâ feth olur."

Sultan Mehmed Han, umûmî cevapla yetinmeyip, Veliyüddîn Ahmed Paşayı tekrar Akşemseddîn'e gönderip;

-"Vaktini tâyin etsin." dedi.

Akşemseddîn murâkabeye daldı.

Başını eğip, Allahü teâlâya yalvardı. Mübârek yüzü terledi. Sonra başını kaldırarak;

-"İşbu senenin Cemâziyelevvel ayının yirminci günü, seher vaktinde, inanç ve gayretle filan taraftan yürüsünler. O gün feth ola. Kostantiniyye'nin içi ezan sesiyle dola!" dedi.

Ayrıca genç pâdişâha bir mektup gönderdi. Mektubunda;

-"Kul tedbir alır, Allahü teâlâ takdir eder kaziyesi, delili sâbittir. Hüküm Allahü teâlânındır. Velâkin kul, elinden geldiği kadar gayret göstermekte kusur etmemelidir. Rasûlullah 'ın ve Ashâbının sünneti budur." diyordu.

Böylece Akşemseddîn Hazretleri bir taraftan İstanbul'un fethi hakkında yeni müjdeler veriyor, diğer yandan da ne şekilde davranılması husûsunda pâdişâha tavsiyelerde bulunuyordu.

Nihâyet Akşemseddîn Hazretlerinin tâyin eylediği gün ve saat doldu. Sultan Mehmed Han ordunun başına geçerken, hocası Akşemseddîn'den okumak için bir duâ istirham etti.

Bunun üzerine Akşemseddîn;

-"Yâ Fakih Ahmed!" diyerek himmet taleb eyle! Onu vesile kılarak Allahü teâlâya tazarru ve niyâz eyle." buyurdu.

Sonra çadırına giren Akşemseddîn Hazretleri yanına hiç kimseyi koymamalarını istedi ve kapılarını iyice kapattırdı.

Yeniçeriler, azablar, dalkılıçlar, serdengeçtiler, akıncılar, gönüllüler, erenler, evliyâlar Sultan Mehmed Hanın buyruğuyla İstanbul üzerine akıyorlardı.

Mehmed Han bu sırada hocası Akşemseddîn'in yanında olmasını arzuladı ve haber gönderdi.

Gelmeyince Akşemseddîn'in bulunduğu çadıra gitti. Çadırın her tarafı iyice kapatılmıştı.

Fâtih Sultan Mehmed Han çadıra yaklaşıp, hançerini çıkardı. Hançerle çadırdan biraz keserek, içerisinin görülebileceği kadar bir delik açtı. İçeri bakınca, hocası Akşemseddîn Hazretlerini kuru toprak üzerinde secdeye kapanmış, başından sarığı düşmüş, ak saçı ve aksakalı nûr gibi parlıyor gördü.

Ak saçını ve aksakalını toprağa sürüp, saçını sakalını toprak içinde bırakmıştı. Bu hâli ile İstanbul'un fethinin gerçekleşmesi için Allahü teâlâya yalvarıp duâ ediyor, gözyaşı döküyordu.

Fâtih Sultan Mehmed Han, hocası Akşemseddîn'in Allahü teâlâya yalvarıp, duâ etmekte olduğu bu yüksek hâlini görünce, doğruca yerine döndü. Kaleye bakınca surlara tırmanan İslâm askerinin yanında ve önünde ak abalı bir topluluğun da hisara girmekte olduğunu gördü.

Az sonra fethin askeri de surları geçip şehre girdi. Böylece İstanbul'un fethi ve Peygamber efendimizin büyük mûcizesi gerçekleşti.

Akşemseddîn, fetih ordusu İstanbul'a girdikten sonra, İslâmiyet'in harp ile ilgili hukûkunun gözetilmesini genç pâdişâha tekrar hatırlattı. Buna uygun hareket edilmesini bildirdi.

İstanbul sabah sekiz sıralarında fethedilmişti. Fâtih Sultan Mehmed ise şehre öğle saatlerinde Topkapı'dan girdi. Beyaz bir at üzerinde idi. Muhteşem bir alayla ve alkışlar içinde ilerleyerek, Ayasofya'ya doğru yol aldı. Zulümden ve haksızlıktan bıkmış olan Bizans halkı yeni bir bekleyişin içinde idi. Fâtih geçtiği sokakları, caddeleri, evleri dikkatle gözden geçiriyordu.

Yanında ileri gelen kumandanlarıyla vezirlerinden başka, Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Akşemseddîn ve Akbıyık Sultan gibi âlimler ve velîler topluluğu da bulunuyordu.

Yerli halk yolları doldurmuştu. Fâtih Sultan Mehmed çok genç olduğu için, herkes Akşemseddîn'i pâdişâh sanıyordu.

Ona, demet demet çiçek veriyorlardı. Akşemseddîn'in, genç pâdişâhı göstererek;

-"Sultan Mehmed ben değilim, odur." sözüne karşılık;

Sultan Mehmed de;

-"Gidiniz, yine ona gidiniz. Sultan Mehmed benim, ama o benim hocamdır. Şehrin mânevî fâtihidir." diyordu.

Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul'a girdikten sonra, hocası Akşemseddîn üç gün gözden kayboldu.

Bütün aramalara rağmen bulamadılar. Üç gün sonra, Edirnekapı yakınlarında virane bir yerde ibadetle meşgul olarak buldular.

O zamandan beri bu yere, onun ismine izafeten "Akşemseddîn" mahallesi denildi.

Fâtih Sultan Mehmed Han, fethin üçüncü günü Ayasofya'ya gidip, orayı camiye çevirdi.

Ayasofya'yı camiye çevirmesi, Bizanslılar ile yapılan bir anlaşmaya bağlanmıştı.

Burada ilk hutbeyi, Akşemseddîn okudu. Okmeydanı'nda bir zafer alayı tertiplenmişti.

Orada Akşemseddîn de vardı. Akşemseddîn gazilere bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında;

-"Ey gaziler, bilin, agâh olun ki; cümleniz hakkında, ahir zaman Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) Hazretleri;

نِعْمَ الْجَيْشُ

"Onlar ne güzel askerdir." buyurmuştur. İnşâallah cümlemiz affedilmiş oluruz. Fakat gazâ malını isrâf etmeyip, İstanbul içinde hayr-ü-Hasanâta sarf ve pâdişâhımıza itâat ve muhabbet ediniz." diye nasîhatte bulundu.

Sonra, Fâtih Sultan Mehmed Hanın başına iki çatal ablak sorguç takıp;

-"Pâdişâhım, bütün Âl Osman'ın âb rûyu oldun. Hemen mücâhid fî sebîlillah ol!" diyerek, Gülbank Muhammedî çekti.

Akşemseddîn Hazretlerine;

-"İstanbul'un fethedileceği zamânı nasıl bildin?" diye sorulunca, şöyle cevap verdi;

-"Kardeşim Hızır ile ilmi ledünniyye üzere İstanbul'un fetih vaktini çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün, Hızır'ın, yanında evliyâdan bir cemaatle hisara girdiğini gördüm. Kale fetholunduktan sonra da, Hızır kardeşimi kalenin üzerine çıkmış oturur hâlde gördüm."

Fâtih Sultan Mehmed Han, fetihden sonra hocası Akşemseddîn'e, son taarruzun başladığı sırada;

-"Yâ Fakîh Ahmed" diyerek Fakîh Ahmed'den himmet taleb etmesini söylediğini hatırlatarak;

-"Fakîh Ahmed kimdir ki; tazarru ve niyâz eyledim? Himmetini istedim? Allahü teâlâyı tazarru etmiş olsa idim evlâ değil mi idi?" diyerek, sebebini sordu.

Hocası Akşemseddîn bu suâle;

-"O sırada Fakîh Ahmed, kutb, sâhib tasarruf idi." cevâbını verdi.

Ve böylece Allahü teâlânın yardımını, onun vâsıtasıyla ve onun bereketi ile gönderdiğini ve onun da himmet ettiğini dile getirdi.

Akşemseddîn Hazretlerinin "Fakîh Ahmed" dediği kişi bizzat kendisi idi.

Fakat tevazuunun çokluğundan şöhretten kaçıp, kendisini gizleyerek böyle konuştu. Gayet arifane bir tavır takınmış olduğu rivayet edilir….(6)

KITLIK İÇİN EBEGÜMECİ


Şeyh AkşemseddînHazretleri, İstanbul’un fethinden önce, Ebegümeci ismi verilen bir bitkinin tohumunu, talebelerine ve kendisini sevenlere çok miktârda toplattırdı.

İstanbul feth edilince, o tohumları etrâfa serpti.

Bunun hikmetini soranlara;

“Kıyâmete yakın kanlı büyük bir savaş olsa gerek.

O savaş zamânında, kıtlık ve kuraklık olur.

O senelerde ot, buğday, arpa gibi şeyler yetişmez.

Ebegümeci otu ise, kuraklıkta yetişir.

O kıtlığa karşı hazırlıklı olmak için, Ebegümeci tohumunu çok miktârda saklamıştım, İstanbul’un fethinde, kardeşim Hızır aleyhisselâma kıtlığın ne zaman olacağını sorduğumda;

“O kıtlığa siz erişemezsiniz” dedi.

Ondan dolayı o tohumları serptim” dedi. (7)

İstanbulun Fethi

Deryâ Ali Baba Hazretleri (8), İstanbulun fethinde vazifeli olan evliyâullahtandı.

Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul'u küffâr elinden kurtarmak üzere kuşatmıştı. Fetih ordusu İstanbul surlarına dayanmış, Fâtih Sultan Mehmed Han fethin gerçekleşeceği zamanı sabırsızlıkla bekliyordu.

Leşker duâ adı verilen duâ ordusu âlimler ve velîler, fetih için gözyaşı dökerek duâ ediyorlardı.

Kır atının üstünde heybet ve celâdetle duran genç hükümdâr, orduyu şevke getirici konuşmalar yapıyordu.

Etrâfa dalga dalga yayılan ordu, Feth mübînin gerçekleşmesi için canla başla çarpışıyordu.

Şehir düşmek üzere idi. İşte tam bu kritik zamanda ordunun arasında;

"Ordu susuz kalmak tehlikesiyle karşı karşıya, kuyular boş, çeşmeler akmıyor." şeklinde bir söylenti yayılmaya başladı.

Bu kötü haber kısa zamanda her tarafta yayıldı.

Ağızdan ağıza, kulaktan kulağa yayılan bu söylenti nihâyet genç pâdişâhın kulağına kadar geldi.

Bu haber üzerine genç pâdişâhın yüz hatları bir anda değişti. Etrâfında bulunan vazîfelilere hitâb ederek;

"Tez gidin Sakabaşını bana getirin!..." dedi.

Vazîfeliler hemen gidip Sakabaşı Ali Efendiyi genç pâdişâhın huzûruna getirdiler.

Yüzünden nûr akan, hafif beli bükük Ali Efendi sırtında kırbası olduğu hâlde Fâtih Sultan Mehmed Hanın huzûruna girdi. Pâdişâh ne kadar telaşlı ve üzüntülüyse, Saka Ali Efendi de o kadar soğukkanlı ve sâkin duruyordu.

En ufak bir endişe izi taşımıyor, her zamanki gibi tebessüm eder bir hâlde pâdişâhın yüzüne bakıyordu.

Pâdişâh onun böyle kritik bir anda gâyet sâkin ve aldırmaz bir durumda olduğunu görünce iyice celâllendi ve şöyle seslendi:

"Olanlardan haberin yokmuş gibi duruyorsun Ali Efendi!... Ordu susuz kalmış, asker susuzluktan kırılıyor. Neden gerekli tedbiri almazsın da bizi müşkil hâle düşürürsün? Şimdi ne olacak. Bu hâle nasıl çâre bulacağız?"

Sakabaşı Ali Efendi gâyet sâkin ve tebessüm ederek;

"Devletlü pâdişâhım! Merak etmeyiniz. Su çok." diye cevap verdi.

Onun bu hâli karşısında daha da hiddetlenen genç pâdişâh;

"Su çok mu dersin? Alay mı edersin sen askerle? Ordu susuzluktan kırılırken ne biçim laf edersin?"

Sultanın iyice öfkelendiğini ve üzüldüğünü gören Sakabaşı Ali Efendi, arkasını pâdişâha dönüp, sırtındaki su kırbasını pâdişâhtan tarafa çevirdi ve;

"Ben yalan söylemem sultanım. Bakın isterseniz ne kadar çok suyumuz var." dedi.

Sakabaşı Ali Efendinin bu sözünden pek bir şey anlamayan Fâtih Sultan Mehmed Han, Ali Efendinin sırtındaki kırbanın içine baktı. Bir de ne görsün? Kırbanın içinde bir deryâ büyük bir okyanus görünmekte. Göz alabildiğine uzanan su, bir değil, binlerce orduyu doyuracak kadar çok. Gözlerine inanamayan genç pâdişâh, yanında bulunanlara da kırbanın içine bakmalarını emretti. Sırasıyla kırbanın içine eğilip bakan vezirler, kumandanlar ve diğer vazîfeliler de büyük bir şaşkınlık ve hayret içinde aynı manzarayı gördüler.

Olanların, Allahü teâlânın velî kullarına ihsân ettiği bir kerâmet olduğunu anlayan genç pâdişâh, su bulunmasına rağmen askerin susuz bırakılmasından maksadın ne olduğunu birden kestiremedi. Sakabaşı Ali Efendiye dönerek;

"Su bulunmasına rağmen nedir senin bu yaptığın?" diye seslendi.

Pâdişâhın daha fazla gazaplanmasından çekindiği için olanları tek tek anlatmaya başladı:

"Ey cihan pâdişâhı! İstediğin kadar su işte burada. Fakat ben askere suyu doyumluk veremiyorum. Çünkü onlar kahramanca savaşıyor, yorulup terliyorlar. Eğer istedikleri kadar suyu versem hepsi hastalanıp yatacaklar. Sonra da zaferimiz tehlikeye düşecek düşüncesiyle böyle yapıyorum." dedi.

Sakabaşı Ali Efendinin ârifâne sözleri ve kerâmeti karşısında söyleyecek söz bulamayan Fâtih Sultan Mehmed Han, saygı ve muhabbet dolu nazarlarla ona bakmaya başladı.

Kerâmet göstermekten kaçındığı halde, kerâmetinin ortaya çıktığını gören Sakabaşı Ali Efendi, sırtındaki kırbayı hızlıca yere bıraktı.

Başta pâdişâh olmak üzere bütün vezirlerin ve âlimlerin hayret dolu bakışları arasında kırbanın düşüp parçalandığı yerde bir su kaynağı ortaya çıktı.

Şırıl şırıl akan bu pınardan ordunun su ihtiyâcı giderildi.

Bu hâdise üzerine Fâtih, Sakabaşı Ali Efendiye Deryâ Ali Baba ismini verdi.

Olanlardan son derece memnun olan Fâtih Sultan Mehmed Han, yüksek bir velî olduğunu anladığı Deryâ Ali Baba'ya;

"Ne murâd edersin ey Deryâ Ali! İste ki verelim." dedi.

Deryâ Ali Baba'nın bu dünyâ ile ne alâkası olabilirdi.

O, gönlünü yüce Rabbine bağlamış, Hakk'ın zikriyle ömrünü geçirmekteydi. O, görünen deryâlarda değil, ilâhî aşk deryâsında gark olmuştu.

Fâtih Sultan Mehmed Han, fetihten sonra büyük bir velî olan Sakabaşı Deryâ Ali Dede'yi unutmadı.

Ona şimdi Kazlıçeşme'nin kurulu bulunduğu yerde geniş bir arâzi tahsis etti.

Uzun yıllar burada yerleşen, İslâm dînine ve müslümanlara hizmet etmeyi tek gâye edinen Deryâ Ali Baba, Fâtih Sultan Mehmed Hanın saygı ve muhabbet duyduğu kimselerden oldu.

Zaman zaman ziyâret eden Fâtih Sultan Mehmed Han ona ve sevenlerine iltifât ve ihsânlarda bulundu.

Uzun yıllar civârın en sevilen kişisi olarak yaşayan Deryâ Ali Baba; kendisine tahsis edilen arâziyi sağlığında vakfetti.

Yakınlarına da;

"Bunlardan fakir fukara sebeplensin." diye vasiyette bulunduktan sonra vefât etti. (9)

HÜKEMA-İ RAVVÂKIYYÛN

Ravvâkıyyûn: rivayetle ve aç kalmakla nefislerini ıslah etmeye çalışan kimselerdir...

Bunlar, hikmeti, zühd ve ibadetle almaya çalışan kimselerdi. Günlerce aç kalır.

Riyâzet yapar.

Aç kalır.

Ravvâkıyyûn: "Eğer sen kalbinin hikmetle dolmasını ve hikmetle konuşmak istiyorsan; gün sadece bir habbe bir şey ye! Onun yetin. Daha fazla bir şey yeme!" derlerdi.

İslâm dünyasından birçok tasavvuf yolu, açlık, riyâzet yolunu tercih etti.

Çok yemek, çok konuşmak veya çok uyumak doğru değil... Ama nefsi terbiyye etmek, yemek ve içmekten kendini alıkoymak, evlilik yapmamak ve mağaralarda veya dağ başlarında kendini ibadete vermek İslâmî değildir.

Bazı ruhban takımından bazı keşişler ve Hindular, değişik riyazet yollarıyla nefislerinin sıfatlarıyla mücâhede ettiler.

Bunların bu mücâhedeleri, İslam dini üzere olmadığı, şeriat dışı olduğu için şeytanın amelinden idi. Hatta bazı keşişler, havada uçar hale bile geldiler.

Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri, İstanbulu fethettiği zaman, Ayasofya'yı Camiye çevirdi. Fakat Ayasofya camiinin kubbelerinde kırlangıçlar gibi uçan keşişler vardı.

Bu keşişler, kuş gibi Caminin kubbelerini arasında uçuşuyorlardı.

Bunların hallerini görenler, şaşıyordu.

Hristiyanlar, bunlara aziz, ermiş insanlar gözüyle bakıyordu.

Fatih Hazretleri, âlimleri ve ârifleri topladı. Bunların hallerini sordu.

-"Gayr-i müslim bir kişi evliyâullah olamayacağı ve kerâmete eremeyeceğine göre; küfür ehlinin bu istidracına nasıl son verilir? Bunları nasıl insanların gözünde düşürebiliriz?"

AkŞemseddin (k.s.) Hazretleri buyurdu:

-"Hünkârım, emredin camiinin ortasında ateş yaksınlar. Şehrin kebapçıları gelsinler, burada ciğer kebabı yapsınlar. Kebabın kokusu, kubbelere kadar yükseldiği zaman, bu adamların olgun armutlar gibi yere düştüklerini göreceksiniz!" dedi.

-"Nasıl bu dereceye ulaştılar?"

-"Hünkârım, bunlar riyâzat yaptılar. Nefislerini açlıkla terbiyye ettiler. Bedenlerinde bulunan su ve diğer maddeleri azalttılar. Böylece yer çekimi onları pek etkilemez oldu. Kuşlar gibi kubbelerde dolaşarak halkı büyülediler... Ama şimdi siz burada bolca bir ciğer kebabı yapar ve ciğer kebabının kokusu onların burunlarına girerse; onlar yine eski hallerine döner ve olgunlaşan armudun daldan düşmesi gibi; kubbelerden yere düşerler..." dedi.

Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmed hân Hazretleri emretti, Rumların papaz, bilgin, devlet adamları, halkın ileri gelenleri Ayasofya camiine topladı.

Hristiyanlar, kubbelerde uçan keşişlere bakıyorlardı.

Camiinin ortasında devasa bir ateş yaktılar.

Şehrin bütün kebapçıları ciğer kebabına başladılar.

Kebapların kokusu bütün camiyi sardı. Kubbelere kadar çıktı.

Kuşlar gibi uçan o keşişler, dallarından düşen çürük elmalar gibi, teker teker yere düştüler.

Halk, onların oyunlarını anlamış oldu...

Onların yaptıkları şeylerin kerâmet değil; nefis terbiyesi ve riyâzat sonucu erdikleri bir hal olduğunu anladılar.

Hristiyan halkın çoğu şehâdet kelimesi getirip Müslüman oldular...

İlim, marifet ve hikmetlerin kaynağı vahiydir. İnsanlık, ilim, marifet ve hikmetleri peygamberlerden öğrendiler.

Eflatun ve Aristo ilim ve hikmetlerini Hızır Aleyhisselâm’dan aldılar. Ama o kutsî hikmet ve ilimler, zamanla tahrif olundu. Allâhü Teâlâ Hazretlerinin peygamberlere indirdiği Tevrât, Zebûr ve İncîl zamanla insanların elleriyle tahrif olduğu gibi… (14)

Ebû Eyyûb Ensârî’nin(r.a.) mezarı böyle keşfedildi

Bir gece Fâtih Sultan Mehmed Han, Akşemseddîn Hazretlerinin ziyâretine gitti. Fâtih, sohbet sırasında bir ara Akşemseddîn'e;

-"Hocam! Ashâb-ı kirâmın büyüklerinden, mihmandâr Rasûlullaholan Ebû Eyyûb Ensârî'nin mübârek kabrinin İstanbul surlarına yakın bir yerde olduğunu târih kitaplarından okudum. Yerinin bulunması ve bilinmesini bilhassa ricâ ederim." dedi.

O zaman Akşemseddîn hemen;

-"Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nûr görüyorum. Orada olmalıdır." cevâbını verdi.

Derhâl pâdişâhla oraya gittiler. Akşemseddîn Hazretleri, oradaki bir çınardan iki dal aldı. Birini bir tarafa, diğerini az öteye dikti ve;

-"Bu iki dal arası, Mihmandâr Rasûlullah 'ın kabridir." buyurdu.

Sonra, kaldıkları yere döndüler.

Fâtih Sultan Mehmed Han, Akşemseddîn'in söylediğine inandıysa da, hiç şüphesi kalmasın istiyordu. O gece silâhdârına;

-"Gidin, Akşemseddîn'in diktiği çınar dallarının ortasına şu mührümü gömün ve o dalları yirmişer adım güney tarafına çekin." dedi.

Sabah olunca Sultan Fâtih, Akşemseddîn'den, Hazret-i Hâlid'in kabrinin yerini tekrar tâyin etmesini ricâ etti, tekrar gittiler.

Akşemseddîn silahdarın diktiği dalların dikildiği yere bakmadan doğruca gidip eski yerde durdu ve;

-"Dalların yeri değiştirilmiş, Hazret-i Hâlid buradadır." dedi ve sonra silâhdâr ağasına hitâben;

-"Sultân Hazretlerinin mührünü çıkarın ve kendisine teslim edin." dedi.

Akşemseddîn Hazretleri, silâhdâr ağanın gizlice gömdüğü pâdişâh yüzüğünün de orada olduğunu kerâmetiyle anlamıştı.

Bunun üzerine Fâtih, Akşemseddîn'e;

-"Kalbimde hiç şüphe kalmadı. Ama tam inanmam için bir alâmet daha gösterir misiniz?" dediğinde, Akşemseddîn:

-"Kabrin baş tarafından bir metre kazılınca, üzerinde;

"Bu Hâlid bin Zeyd'in kabridir." yazılı bir taş vardır." dedi.

Kazdılar, Akşemseddîn'in dediği gibi çıktı.

Bu hâli gören Sultan Fâtih'in vücûdunu bir titreme aldı.

Bu hâl geçince Fâtih;

-"Zamânımda Akşemseddîn gibi bir zâtın bulunmasından duyduğum sevinç, İstanbul'un alınmasından duyduğum sevinçten az değildir." diye şükr etti. (10)

Hızır Aleyhisselâm ve Ayasofya Camii
Ayasofya Cami’inin (11) kubbelerinin tutmasında Hızır Aleyhisselâm büyük hizmeti oldu.

Ayasofya’nın bir türlü tutmayan ve sürekli yıkılan kubbelerinin tutması için Bizanslılar, çâre arıyorlardı.

Kendilerine akıl ve fikir veren her bilginin görüşünü hemen tatbik ediyorlardı. Yine sonuç alınamıyordu.

Koca kubbe yine yıkılıyordu.

Hızır Aleyhisselâm, bir gün bir “abdal” şeklinde rahiplerin yanına geldi. Ve onlara:

-“Ayasofya’nın kubbesinin tutması ve bir daha yıkılmaması için ben bir çare biliyorum,” dedi.

Mimarlar ve mühendisler, heyecan ile:

-“Nedir?” dediler. Hızır Aleyhisselâm:

-“Ahir zaman peygamberinin tükürüğü olmadıkça bu kubbe tutmaz. Eğer ahir zaman peygamberinin tükürüğünü zemzem suyu ile karıştırıp kubbenin harcına katarsanız, kubbe sabit olur, bir daha kolay kolay yıkılmaz,” dedi. Rahipler:

-Âhir zaman peygamberini ve zemzem suyunu nereden buluruz,” diye sordular:

Hızır Aleyhisselâm:

-“İsâ Aleyhisselâm’ın geleceğini haber verdiği âhir zaman peygamberi (Muhammed Mustafa (s.a.v. Hazretleri) ve zemzem suyu Mekke Mükerremede’dir,” dedi ve kayboldu.

Hızır Aleyhisselâm’ın kaybolması üzerine Râhibler, onun büyük bir kişi olduğuna inandılar.

Mekke'ye gittiler. Peygamber Efendimiz (Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem) Hazretlerinin amcası Ebû Tâlibi buldular.

Onun aracılığı ile Efendimiz (Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem) Hazretlerinin yanına girerek tükürüğünü bir hokkaya toplayarak aldılar.

Yetmiş (70) deve yükü kadar zemzem suyu ile İstanbul'a döndüler.

Ayasofya’da “terler direk” yanında Mekke toprağıyla zemzemi hamur edip Efendimiz (Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem) Hazretlerinin tükürüğü de karıştırarak kubbeyi tutturdular.

Mehmed Han Hazretleri, (12) bu azâmetli kubbenin Efendimiz (s.a.v.)’in tükürüğü ile tutmasından, uğur sayarak ortasına bir zincir ile altıntop asmış ki, elli kilo buğday alırmış.

Hızır Aleyhisselâm, bunun altında ibâdet edermiş, oraya kendine makam tutmuş ve “o makamda kırk sabah namazına devam edenin dünya ve âhiretten muradı ne ise hâsil olur…” derler. (13)

1-Tâcî-zâde Ca’fer Çelebinin ismi Ca’fer Çelebi’dir. Tâcî-zâde diye şöhret bulmuştur. Babası Tâcî Bey, Sultan İkinci Bâyezîd’in şehzâdeliği sırasında Amasya’da vâli iken hocası idi. İkinci Bâyezîd Hân Pâdişâh olunca, defterdâr oldu. Ca’fer Çelebi’nin doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Amasya’da doğan Ca’fer Çelebi, babasının yanında yetişti. Zamanının âlimlerinden; Molla Hacı Hasan-zâde, Molla Kestelli, Hatîb-zâde ve Hocazâde gibi zâtlardan ilim tahsîl edip, istifâde etti. Şeyh Hamdullah Agâh’tan güzel yazı yazmayı öğrendi. Yüksek ilmî derecelere ulaşıp, meşhûr oldu. Şöhreti her tarafa yayıldı. Sultan İkinci Bâyezîd Hân’ın dikkatini çekti. İstanbul’da Mahmûd Paşa Medresesi müderrisliğine ta’yin olundu. Orada ilim öğretip, birçok âlim ve fazîletli zâtın yetişmesine sebep oldu. Daha sonra Pâdişâh onu nişancı olarak ta’yin ve taltîf etti. Nakledildiğine göre, Pâdişâh, ilim, irfân sâhibi ve inşâsı (yazı ve ifâdesi) düzgün olan bir kimsenin nişancılık makamına getirilmesini devlet erkânına emr etti. Onlar da ittifâkla Ca’fer Çelebi’yi seçtiler. Bundan sonra Ca’fer Çelebi, ilim, irfân ve keskin zekâsıyla, Sultan İkinci Bâyezîd’in teveccühünü kazanıp, iltifât ve ihsânlarına kavuştu. Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi; âlim, fazîletli, güzel ahlâk ve ma’rifet sâhibi bir zât idi. Keskin zekâsı ve derin ilmiyle Yavuz Sultan Selîm Hân’a yardımcı olur idi. Yazısı çok güzel, inşâsı (ifâdesi) çok yüksek idi. Usta bir şâir de olan Ca’fer Çelebi’nin, ilmî ve edebî üstünlüğü herkesçe bilinir ve kabûl edilirdi. Türkçe, Farsça ve Arabca dillerine hâkim idi. Farsça yazılarının, Türkçe yazılarından daha iyi olduğu nakl edilirdi. Zamanının edîb ve şâirleri arasında müstesna bir yeri var idi. Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi 921 (m. 1515) senesinde, bir iftirâya kurban olarak idâm edilmek sûretiyle İstanbul’da vefât etti. İstanbul’da yaptırdığı mescidin bahçesine defnedildi.

Ömrünü, ilim ve Allâhü Teâlâ Hazretlerinin rızâsı için ihlâsla, din ve devlete hizmet ile geçiren Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi, pek kıymetli eserler yazdı. Bu kıymetli eserlerden başlıcaları şunlardır: Hevesnâme/ Dîvân: 3382 beyitten meydana gelmiştir. /Münşeât/Mahrûse-i İstanbul Fetihnamesi/ Enîs-ül-ârifîn tercümesi: Farsçadan tercüme edilmiştir/ Kûsnâme: Mizahî bir eserdir./Kitâb-ı Ahlâk.

2-Âl İmrân sûresi 159,

3-En’am90

4-Menâkıb-ı Hacı Bayram-ı Velî; Menâkıb-ı Melâmiyye-i Şûttariyye; s. 5-7;Sefînetü'l-Evliyâ; c.2, s. 256; İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s. 39;

5-Akşemseddîn (k.s.)Hazretlerinin asıl ismi Muhammed bin Hamzâ, lakabı Akşeyh'tir. Evliyânın büyüklerinden Şihâbüddîn Sühreverdî'nin neslindendir.Soyu, Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'a ulaşır.Hacı Bayram-ı Velî'nin, ona; -'"Beyaz (ak) bir insan olan Zeyd'den, insan cinsinin karanlıklarını söküp atmakta güçlük çekmedin." demesi sebebiyle, "Akşemseddîn" lakabı verilmiştir.Saçının, sakalının ağarması ve ak elbiseler giymesi sebebiyle "Akşemseddîn" denildiği de rivâyet edilmiştir.1390 (H.792) senesinde Şam'da doğdu.Küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi.Yedi yaşında babası ile Anadolu'ya gelip Amasya'nın Kavak nâhiyesine yerleşti.Bir süre sonra babası vefât etti. Akşemseddîn, babasının vefâtından sonra tahsîline devâm ederek, sarf, nahiv, mantık, meânî, belâgat ilm-i usûl-i fıkıh, akâid, hikmet okudu. Zekâ ve istîdâdının yardımıyla kısa sürede ilimleri ikmâl eyleyip tıp ilmini dahi tahsil ettikten sonra Osmancık medresesine müderris oldu. Burada günün belli saatlerinde ders verir artan zamanlarda nefsinin terbiyesi ile meşgûl olurdu. Devamlı takvâ üzere hakla birlikte bulunurdu. Yüksek ahlâk sâhibi idi. Ondaki bu hâlleri görenler ve bilenler kendisine zamânın büyük velîsi Hacı Bayram Hazretlerine gitmesini tavsiye ettiler. Hacı Bayram-ı Velî Hazretlerine mürid oldu. İstanbulun manevî fatihidir. İstanbulun fethinden sonra kendisini ilme ve ibâdete verdi. Akşemseddîn Hazretleri, Göynük'te 1459 (H.863) yılına kadar yaşadı.

Akşemseddîn Hazretleri birçok eser yazdı. Yazmış olduğu eserlerin bazıları şunlardır:

-Risâlet-ün-nûriyye / Def u metâin / Risâle-i Zikrullah/ Risâle-i Şerh-i Ahvâl-i Hâcı Bayram-ı Velî/ Telhîsü Def-i Metâin/ Makâmât-ı Evliyâ/ Maddet-ül-hayât/ Nasîhatnâme-i Akşemseddîn.

6- Câmiu Kerâmât-il Evliyâ; c.1, s.164; Nefehât-ül-Üns; s. 684; Osmanlı Müellifleri; c.1, s.12; İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.1, s. 251;

7- Câmiu Kerâmât-il Evliyâ; c.1, s.164; Nefehât-ül-Üns; s. 684; Osmanlı Müellifleri; c.1, s.12; İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.1, s. 251;

8- Deryâ Ali Baba Hazretleri, On beşinci yüzyılda yaşadı. İsmi Ali olup, İstanbul'un fethi sırasında orduda Sakabaşı olarak vazîfe yaptığı için Saka Ali Baba veya Deryâ Ali Baba diye meşhur olmuştur. Doğum yeri, doğum ve vefât târihi bilinmemektedir. İstanbul'da vefât etti. Türbesi, İstanbul Kazlıçeşme'dedir. Canını, malını Allâhü Teâlâ Hazretlerinin yüce dîni olan İslâmiyeti yaymak, insanların dünyâ ve âhirette saâdete, mutluluğa ermelerine vesîle olmak için fedâ etmeye hazır olan Deryâ Ali Baba'nın hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Ancak Anadolu'da yetiştiği ve Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul fethi için hazırladığı ordunun Sakabaşısı yâni Sucubaşısı olduğu bilinmektedir. Kazlıçeşme defnedildi. Türbesi, sevenleri ve çarşı esnafı tarafından ziyâret edilmektedir.

9- İstanbul Evliyâları; s.163, İstanbul ve Anadolu Evliyâları; c.2, s.103

10-Câmiu Kerâmât-il Evliyâ; c.1, s.164; Nefehât-ül-Üns; s. 684; Osmanlı Müellifleri; c.1, s.12; İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.1, s. 251;

11-Ayasofya Cami, İstanbul’dadır. Milâdî 325 tarihinde Büyük Kostantin tarafından ahşap olarak yapıldı. Ahşap olan Ayasofya 400’lerde Arkadyus zamanında yandı. Teodosyus zamanında yeniden yapıldı. Jüstinyanus zamanındaki ihtilalda yandı. Jüstinyanus şimidiki binâyı inşâ etti. Zelzelerle kubbesi yıkıldı. 548’de tekrâr kubbesi yapıldı. Zaman zaman yıkılan kubbenin tutması için Hızır Aleyhisselâm’ın yol göstermesiyle Efendimiz (s.a.v.)’in mübârek tükrüğü ve zemzem suyu ile harç yapılması üzerine kubbe bugünkü şeklini aldı. 29 Mayıs 1453 (H. 857) yılında İstanbul fethedildiği zaman camiye çevirildi. İlk cuma namazı burada kılındı. Fatih Sultan Mehmed Han tâ kıyâmet kadar oranın cami olarak vakfetti.

12- Fatih Sultan Mehmed Han Hazreteleri; Osmanlı pâdişahlarının yedincisidir. İstanbul fâtihi olup, İkinci Murad Han’ın oğludur. 1431 (H. 833) tarihinde Edirne’de doğdu. Küçük yaşta ilim tahsil etti... Daha sonra zâhirî ve bâtınî ilimlerde söz sahibi olan Akşemseddin Hazretleri, Fatih’i maddeten ve ma’nen yetiştirdi. 1451 tarihinde babasının vefatı üzerine ikinci kez tahta geçti. Evliyâ ve ulemâ’nın teşviki ile heyecana gelen Fatih Sultan Mehmed Han “Ya ben bu şehri alırım, ya şehir beni!” diyerek büyük bir azim ve kararlılıkla İstanbulun üzerine yürüdü ve fethederek Efendimizin medhine mazhar oldu. İstanbulu ilim ve kültür şehri yaptı. Birçok vakıflar kurdu. Hayır ve hasenât yaptı. Dünyanın bütün ilim adamlarını İstanbula toplamaya başladı. Kıtadan kıtaya koştu. Birçok yerleri fethetti. 1481 tarihinde Venediklerin isteği ve teşviki ile Yahudî asıllı olan tabip Yakup Paşa tarafından zehirlenerek şehid edildi.

13- Anadol Cemâl, Anadoluyu Aydınlatanlar s. 29-30, Meldâ yayınevi, İstanbul-1984

14- Bu konuda daha geniş malumat için, bizim, Hikmet ilmi/ Sâlihlerden Hikmetler, isimli kitaplarımıza bakınız.