“Gazze İçin Türkiye ve İslam Dünyası Ne Yapmalıdır?”
Gazze’deki katliam ve sürgünün önlenmesi için Türkiye ve İslam dünyasına düşen görev nedir? Bu yazımızda bunu ele alacağız.
1-Türkiye Gazze ve Filistin Olaylarında Şikâyet Mevkiinde Değildir
Gazze ve Filistin’in başına gelen felaketler sadece Gazzeli ve Filistinlilerin meselesi değildir; Türkiye’nin de içinde bulunduğu bütün İslam dünyasının meselesidir.
Müslümanların ilk kıblesi olması ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) miracına şahitlik yapması münasebetiyle Mescid-i Aksâ ve çevresi, Kuran ifadesiyle “mübarek kılınmış” olup; bu bölgenin sakinleri adeta İslam adına bu mukaddes mekânın bekçileri hükmündedir. Onlara yapılan baskı ve zulüm de tabiatıyla bütün İslam dünyasına yapılmış demektir. Çünkü bu insanlar, bu mübarek toprakların bekçiliğini kendi nefisleri adına değil; ulvi İslam davası adına yapmaktadırlar. Bu sebeple bütün Müslümanların canları pahasına Mescid-i Aksâ’nın manevi mirasını koruyan bu yiğit insanlara büyük bir minnet borcu vardır.
Mademki Gazze ve Filistin’in davası bizimle ortaktır; öyleyse derdi, sıkıntısı ve mihneti de ortak olmalıdır. Bunun içindir ki İslam dünyası ve onun abisi / lideri konumunu hâlâ muhafaza eden Türkiye; Gazze ve Filistin sorunlarını sırtındaki bir yük gibi göremez. Herkes elini taşın altına koymalı; kâfir, müşrik ve zalimlerin saldırıları mutlaka durdurulmalıdır.
Bu çerçevede baktığımız zaman hem bölgesel bazda fiilen işin içinde olması gereken hem de tarihî misyonu itibariyle görev üstlenmeye mecbur olan Türkiye, bu işe bıkkınlık gösteremez; yaşanan felaketlerden ve bunların önlenememesinden şikâyetçi olmakla iktifa edemez.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail’i tel’in ederken, zaman zaman İslam dünyasının bu sorunu çözemediğinden dert yanmaktadır.
Bu muhtevalı konuşmalarından birini 18 Nisanda İstanbul’da gerçekleşen Filistin’i Destekleyen Parlamentolar Grubu Toplantısı’nda yaptı. Bu konuşmada dikkat çeken, öne çıkan bazı ifadeleri aktarmak istiyorum:
“…Filistin davasını savunmak sadece mazlum bir halkı savunmak değildir. Filistin'i savunmak, insanlığı, barışı ve adaleti savunmaktır. Filistin davası, yaklaşık bir asırdır her türlü zulme, barbarlığa ve katliama maruz kalmış bir halkın haysiyet davasıdır…
İsrail hükümeti çocuk, kadın, bebek, yaşlı demeden tam bir cinnet halinde Filistinli kardeşlerimizi katlediyor. İsrail'in vahşice öldürdüğü 60 bine yakın Filistinlinin kahir ekseriyeti kadın ve çocuk. Nüfusun yüzde 7'den fazlası ya katledildi ya da sakat bırakıldı… Gazze'deki binaların neredeyse yüzde 80'i yıkıldı. Gazze, taş üstünde taş kalmayacak derecede harap edildi. 50 milyon tondan fazla devasa bir enkaz yığınından söz ediyoruz…
Gazeteciler öldürülüyor, uluslararası basın kuruluşları seyrediyor. Çocuklar öldürülüyor, insan hakları savunucuları seyrediyor. Sağlık çalışanları öldürülüyor, Batı dünyası seyrediyor. UNRWA (Birleşmiş Milletler Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı) gibi kritik kurumlar kapatılmak isteniyor, Birleşmiş Milletler süreci sadece seyrediyor. Yıllardır özgürlükten, haktan, hukuktan, basın hürriyetinden bahsedenler, İsrail'in katliam politikası karşısında tam 18 aydır üç maymunu oynuyor. Buradan bir kez daha soruyorum: Nerede uluslararası hukuk, nerede İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, nerede ortalığı ayağa kaldıran, bütçesi milyarlarca doları bulan yapılar, örgütler, kurumlar? En küçük bir hadisede ambargo silahını çeken Batılı devletler, soruyorum İsrail'e karşı neredeler? Nerede BBC, nerede CNN ve diğerleri? Gazze'de insanlık öldürülürken, çocuklar, bebekler, kadınlar yanarak can verirken, gazeteciler infaz edilirken bunları gören dünyada var mı? Mazlumların yanında yer almayan bir küresel düzen, zalimlerin oyuncağı olmaya mahkûmdur. Bugün dünya, zalim karşısında susan hatta zulmü alkışlayan bir düzenin esiri olmuştur…
İsrail, 2 Mart'tan bu yana Gazze'ye yardımları engellemek suretiyle çirkin yüzünü bir kez daha gösteriyor. İsrail yönetimi, bombalarla öldüremediği masumları, yardımları durdurarak bir nevi açlıkla, susuzlukla, ilaçsızlıkla yok etmeye çalışıyor. Sahadaki insanlık trajedisi giderek daha da kötüleşiyor…
İsrail saldırganlığı ve hukuk tanımazlığı Filistin'le de sınırlı kalmıyor. Suriye ve Lübnan'a yönelik saldırılar Netanyahu yönetiminin Orta Doğu'da huzur ve barış istemediğini ortaya koyuyor…
'Komşuda ateş yanarken dumanı bana gelmesin.' demek sadece akıl dışı değil, aynı zamanda imkânsızdır. Kendi vatandaşlarıyla birlikte bölgedeki ülkeleri tehdit ve tedirgin eden bu cinnet hali bir an önce son bulmalıdır. Yoksa o ateş, körükleyenleri de kısa bir zaman sonra yakacaktır…
Filistinlileri binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan sürgün edecek hiçbir teklifin bizce kıymet-i harbiyesi yoktur. Unutmayın, Gazze Gazzelilerindir. Filistin, Filistinlilerindir…”
Sayın Cumhurbaşkanının üzülerek, bir nevi feryat ederek dile getirdikleri elbette doğrudur ve bilinmektedir. Ama bunları tekrar edip durmak sadra şifa olmuyor ki!
Tamam, bu vahşet var da, bunu dillendirmek, tasvir etmek çözüm mü?
Cumhurbaşkanı “Uluslararası hukuk, adaleti tesis etmenin değil güçlünün gücünü tahkim etmesinin aparatı haline gelmiştir. Hukukun üstünlüğü yerine kişiye ve devlete göre hukuk düzeni hâkimdir. Gazze'de uluslararası sistem, sınavı kaybetmiştir. Birleşmiş Milletler’den Avrupa Birliği’ne birçok kurum, kuruluş, savundukları ilkeleri çiğneme pahasına Gazze'de kötü bir imtihan vermiştir.” diyor.
Evet, bu da doğrudur. Ama şayet uluslararası sistem bu sorunu çözmüyor veya çözemiyorsa Gazze ve Filistin vahşetine biz de mi kayıtsız kalalım? Bu durumda çözümü bizim üretmemiz gerekmez mi?
Sayın Cumhurbaşkanı konuşmasının devamında bir özeleştiri de yapıyor, kendisine / kendimize ve bütün İslam dünyasına bir tenkit getirerek şöyle diyor:
“Üzülerek söylüyorum, içim kan ağlayarak söylüyorum, İslam dünyası da kendisinden bekleneni maalesef yerine getirememiştir…”
Ve devamında bunun üzerinde uzun uzun düşünülmesi gerektiğini söylüyor.
Sayın Cumhurbaşkanın böyle bir tenkitte bulunması elbette ki güzeldir ve önemlidir.
Ama Gazzelilerin -bu defa toplu olarak- ölümle burun buruna geldikleri bugünlerde hâlâ işin muhasebe ve tenkit safhasında bulunuyor olmamız ne kadar gerçekçi? Filistin ve Gazze canavarların ağzına yem olmak noktasına gelmiş iken hâlâ bunları konuşuyor olmak çözüm adına ne ifade ediyor?
Hâlbuki Sayın Cumhurbaşkanı Şubatın ortalarına doğru Uzakdoğu’ya yaptığı ziyaretlerde Malezya, Endonezya ve Pakistan konuşmalarında Gazzelileri sürgün etmeye kimsenin gücünün yetmeyeceğini ifade ediyordu. Ve “Filistinlileri binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan sürgün edecek hiçbir teklifin bizce kıymet-i harbiyesi yoktur.” diyerek bu görüşünü İstanbul’daki bahsi geçen toplantıda bir kere daha tekrarladı.
Şu anda sürgün planı başarılı olamamış gibi görülmektedir. Ve fakat onun yerine Gazze’nin toplu katliamla boşaltılması gündemdedir.
Ne zaman tedbir alınacaktır? Ne zaman buna dur denecektir? Ufukta bir hazırlık, bir girişim, bir çalışma gözükmemektedir.
Şu bir gerçek ki Türkiye’nin 7 Ekim 2023’ten beri ortaya koyduğu çalışma, maalesef insani yardımlarla, dünya kamuoyuna, uluslararası kurum ve kuruluşlara verilen mesajlarla sınırlı kalmıştır. Problemin çözümüne, katliamın durdurulmasına dair hiçbir ilerleme sağlanamamıştır.
Ama aklıselim sahibi herkes bilmekte ve görmektedir ki, Gazze düşerse arkasından Doğu Kudüs ve Batı Şeria da düşecektir. Ve sıra Lübnan’la Suriye’ye gelecektir. Zaten bu ülkelere fiilî saldırılar sürmektedir. Dolayısıyla felaket uzakta değildir, an itibariyle sınırımıza dayanmıştır. Nitekim Cumhurbaşkanı da yukarıda alıntıladığımız konuşmasında 'Komşuda ateş yanarken dumanı bana gelmesin.' demek sadece akıl dışı değil, aynı zamanda imkânsızdır.” diyerek, karşı karşıya olduğumuz bu gerçeğe vurgu yapmıştır.
O halde günü kurtarmaya yönelik politikalar ve İsrail’e lanet okuyup durmak sorunu çözmeyeceği gibi, Türkiye açısından yaklaşan tehlikeyi önlemeye de bir katkı sağlamayacaktır. Hâlbuki biz işin başında “Türkiye’nin savunması Gazze’den başlar!” demiyor muyduk? Şimdi Gazze’yi iki milyon biçare insanıyla, harabe haline gelmiş coğrafyasıyla, aç kurtlara yem yaparak geri mi çekiliyoruz?
Her şey bitmiş, söylenecek söz kalmamış gibi davranmaya hakkımız yok.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 8 Martta Ürdün'ün başkenti Amman'da, Ürdün, Irak, Lübnan ve Suriye'den gelen üst düzey heyetlerle yaptığı toplantı sonrasında, bu ülkelerle ortak bir operasyon ve istihbarat mekanizması kurulması konusunda anlaştıklarını söylemişti.
Bu ve benzeri mekanizmaları devreye koymak suretiyle acilen Gazze katliamının durdurulması sağlanmalıdır. Gerek ABD’ye gerek AB’ye karşı itirazlar yükseltilmeli; caydırıcılık gücüne sahip siyasi, ekonomik ve hatta askerî tedbirler devreye konmalı; İslam dünyasının şeref meselesi olan bu vahşete bir an evvel son verilmelidir.
Yaptığımız bu değerlendirmeler sorunun çözümü adına bir ufuk açmak içindir. Siyasi muhalefet maksadı taşımamaktadır.
Bir kere daha söylüyoruz: Türkiye tarihte olduğu gibi günümüzde de İslam dünyasının lideri konumundadır. Bunu İslam dünyası böyle algıladığı gibi, dünya da böyle görüyor. Tarihî, coğrafî, psikolojik, ekonomik ve askerî şartlar da bu gerçeği gösteriyor.
İşte bundan dolayı Türkiye kendini merkeze alarak, elini taşın altına sokmalı, Mısır ve -Uzakdoğu’dakiler de dâhil- diğer Müslüman ülkelerle güçlü ve etkili bir diyalog geliştirerek onlardan da siyasî ve ekonomik destek almalıdır. Şayet İslam ülkeleri bir araya gelerek birlik oluşturamıyorsa yapılacak şey, projeyi Türkiye’nin kendisinin hazırlaması ve İslam ülkelerini katkı yapmak üzere davet etmesidir. Yani Türkiye kendini merkeze koymak suretiyle bir mıknatıs gibi İslam ülkelerini kendine çekmesini bilmelidir ve bunu yapmak tarihî bir görevdir. Başarmak da tarihî bir adım olacaktır. Bu tespitimiz çok hayatîdir, çok önemlidir ve atılması çok geç kalmış bir adıma işaret etmektedir.
Eğer biz bugün İslam’ın onur ve şerefini bir avuç insanla kurtarmaya çalışan Gazze’ye sahip çıkamazsak, yarın Gazze’yi imha edenler daha da güçlenerek diğer İslam ülkelerinin kapısına dayanacaklardır. İsrail’in arz-ı mev’ud hedefinin Ortadoğu’da rahatsız etmeyeceği bir ülke yoktur. Bu sebeple İsrail durdurulmalı, hem de maddi güç kullanarak durdurulmalıdır. Bölgenin uğrayacağı felaket ancak böyle önlenebilir. Bölge barışı, hatta dünya barışı bu çözümden geçmektedir. Türkiye ise bu sorumluluğun tam da merkezindedir.
2- Gazze ve Filistin’le İlgili Asıl Mesuliyet Türkiye’dedir
Evet, Gazze ve Filistin’le ilgili asıl mesuliyet Türkiye’dedir. Çünkü;
- Gazze ve Filistin, tarihî ve kültürel cihetle Müslüman Türk milletinin bir parçasıdır. Bu coğrafya ecdadımız Osmanlı’nın bir eyaleti idi. İngilizlerin cetvelle çizdiği haritalar Gazze ve Filistin’i bizden ayıramaz. Tıpkı Türkiye’dekiler gibi, Gazze ve Filistin’dekiler de “bizim insanımız”dır.
- Gazze ve Filistin, İslam âleminin bir parçasıdır. Türkiye İslam âleminin abisi konumunda olduğu için de buralardan sorumludur.
- Bizi Gazze ve Filistin’le ilgilenmeye sevk eden bir âmil de, ortak mukaddes değerlerimizden, ilk kıblemiz ve miraç mucizesinin gerçekleştiği yer olan Mescid-i Aksâ’dır. Zira Gazzeliler bu destansı mücadeleyi Mescid-i Aksâ için de veriyorlar.
- Gazze ve Filistin, Türkiye’ye oldukça yakındır, komşu sayılır. Bu yönüyle de Filistin ve Gazze bizi yakından ilgilendirir.
- Gazze ve Filistin Türkiye’nin güvenliği ve bölgenin barışı açısından da kritik bir noktadadır.
- Bölgemizde çıbanbaşı, huzursuzluk kaynağı ve terör merkezi konumunda olan İsrail’in arz-ı mev’ud hedefi, Türkiye için yakın tehlike haline gelmiştir. Bu yönüyle de Gazze’deki fecaat, tahribat ve yıkım Türkiye’yi yakından ilgilendirir.
- İsrail’e şartsız destek veren ABD’nin, Yunanistan’la da ideolojik ve askerî işbirliği yapması; bunun neticesi olarak Yunanistan’da birçok ABD üssü kurulmuş olması, Türkiye için bu defa da batıdan gelen ciddi bir tehdittir. Yunanistan’ın şımarıklığı, AB ile beraber hareket etmesi Türkiye için karşı cepheyi büyütüp güçlendirmektedir. Batı ve güney cephemizdeki bu ittifak, bir diğer ifadeyle daralan ateş çemberi de Türkiye’nin bölgede ve dünyada hâkim ve belirleyici güç olmasını mecburi kılmaktadır.
Bütün bu sebeplerle Türkiye kaderin kendisine yüklediği tarihî misyonun gereğini yapmaktan kaçamaz.
Yapılması gereken, devlet politikasını ve bu politikayla mutabık yeni bir yol haritasını, bu gerçeklere göre belirlemektir. Bu ise her şeyden önce Türkiye’nin safını netleştirmesini gerektirir. Daha açık söylemek gerekirse Türkiye doğuyla batı arasında gidip gelen çelişkili durumundan bir an evvel kurtulmalıdır. Bunun manası, elbette ki batı ile aramızda savaş psikolojisi uyandırmak değildir. Kendine ve özüne dönmek ve batı karşısında kimlik ve şahsiyet ortaya koymaktır. Şunu bilelim ki, bu kimlik ve şahsiyet ortaya konduğunda batı, ABD ve civar ülkeler, Türkiye’yi daha da ciddiye alacak, ona saygı duymaya mecbur kalacaklardır. Daha doğrusu bükemedikleri eli öpmekten başka çare bulamayacaklardır.
İşte bütün bu değerlendirmeler ışığında diyoruz ki, Türkiye Gazze meselesinde İsrail ve ABD’nin karşısına sadece sözlü mesajlarla ve insanî yardım boyutuyla değil; siyasi ve askerî kimliğini öne çıkararak da dikilmelidir. Onlara gür bir ses ve kararlı bir duruşla “İki milyonluk bir milleti ve Mescid-i Aksâ’nın avlusu demek olan mübarek bir vatanı keyfinize göre talan edemezsiniz!” demelidir.
Önce caydırıcılık tedbirlerine başvurmalı, bu yeterli olmazsa fiilî manada hesap sorma metodlarını kullanmalıdır.
Bu vakitten sonra hâlâ günü kurtarma mantığıyla hareket etmek, mağlubiyeti kabullenmek ve geri adım atmak anlamına gelir. Hâlbuki Türkiye böyle potansiyel bir güce sahip iken, geri adım atan, karşı taraf olmalıdır.
Türkiye bu tarif ettiğimiz şekilde bir yol haritası izlediğinde elbette ki fiilî manada Siyonist - Haçlı ittifakıyla karşı karşıya kalacaktır. Bu ise yeni bir Çanakkale’yi ve yeni bir İstiklal Savaşını göze almayı gerektirir. Ne var ki bu sonucu Türkiye hazırlamamış; böyle bir sonuçla karşı karşıya kalmıştır.
Peki, Türkiye’nin geri adım atması, yaklaşan bu tehlikeyi azaltabilir yahut hepten ortadan kaldırabilir mi?
Hayır.
Neden?
Çünkü İsrail’in arz-ı mev’ud hedefi ve bunu hayata geçirmede ABD ile olan askerî ve siyasî ittifakı hızından bir şey kaybetmeden devam etmektedir. Türkiye’nin geri çekilmesi sadece onların saldırganlığını hızlandırıp artıracaktır.
Keza AB ve Yunanistan’ın da Türkiye üzerindeki kadim emelleri; Türkiye’yi üçe beşe bölen haritaları; Anadolu’yu “kurtarılmayı bekleyen kutsal vatan toprakları” kabul ettikleri bilinmektedir. Onlardaki tarihî hınç ve kin de en az diğeri kadar taze ve diridir.
Bu sebeple Türkiye’nin yaklaşan bir tehlikeyi bertaraf etme adına geri çekilme şansı ve lüksü yoktur. Bu, milletimizin tarih boyunca yaşadığı bir kaderdir. Takdir edilenden kaçmak mümkün değildir. Kaçılsa da takdir edilen mutlaka yaşanacaktır.
Tüm bu şartlar esasen bizi bölgede ve dünyada büyük bir millet olmaya sevk etmektedir.
Bunun için Türkiye çevresindeki dost ülkeleri safına katmak için azami gayret göstermek zorundadır. Her şeyden önce, çok rahat birlikte hareket edebileceği yirmi milyonluk nüfusa sahip Suriye’nin insan gücü ve diğer bütün potansiyeli aktif hale getirilmelidir. Buna belli oranlarda Irak, Lübnan ve Libya da destek verebilir.
Hakikatte son derece korkak ve ruhen de zayıf İsrail, evham yapılarak büyütülmemeli; on bin kilometre ötedeki ABD’ye de muhtemel bir çatışma neticesinde maruz kalacağı felaket hatırlatılmalıdır.
Netice olarak diyoruz ki Gazze’nin katliamla yok edilmesine ramak kala, Türkiye elini çabuk tutmalıdır. Eğer Gazze biterse, eğer Gazze’ye el konulursa, kana doymayan İsrail bu sefer Doğu Kudüs’e ve Batı Şeria’ya musallat olacaktır. Zaten olmuştur da. Oraları yeni Gazzeler yapmak üzere hareket halindedir. Önü alınmazsa bu şımarıklık ve galibiyet psikolojisi ile kısa bir süre içinde Lübnan ve Suriye’ye yönelecektir. İşte bu da Türkiye ile fiilen karşı karşıya gelmesi olacaktır.
Bunun olmaması için Türkiye her şeyden önce insani yardımların önünün açılmasını sağlamalı, İsrail’in arkasındaki güç olan ABD nezdindeki itibarını iyi kullanarak Trump’a alternatif çözümler sunabilmelidir.
Bunu yapması Türkiye’nin tarihî görevdir. Türkiye’ye yakışan budur, milletimizin beklentisi budur. İslam âleminin, Gazze’nin ve Filistin’in beklediği de budur. Türkiye bu görevini yaptığı zaman, İslam âleminin itibarını da kurtaracaktır. Bu sebeple Allah ve Rasulü’nün razı ve memnun olacağı tavır da budur.
Sözlerimi, Gazze’yle ilgili bir evvelki makalemizin altına yazılan bir okuyucu yorumuyla bitirmek istiyorum. Şöyle demiş okuyucumuz:
“İnanıyorsanız muhakkak ki üstün gelecek olan sizsiniz ayeti, uyuyan bir ümmeti uyandırmaya tek başına yeterdi; okunan ayetlere iman tam olsaydı.”