Gazze’deki acil ve vahim durum sebebiyle Kuran’da hak kavramını ele aldığımız serimize yine mecburi bir ara veriyoruz. Bu yazımızdan itibaren birkaç hafta boyunca Gazze’deki son durumu ele alacağız.
Okuyucularımız hatırlayacaklardır: ABD Başkanı Trump’ın, Gazzelilere reva gördüğü sürgün planını açıklamasından sonra, bu açıklama bağlamındaki değerlendirmelerimizi serdeden dört yazı kaleme almıştık. Bu yazılarda Trump’ın barış formülünün “ya sürgün ya ölüm” olduğunu söylemiş; sonuncusunda da Gazze için hazırlanan senaryonun engellenmesi için neler yapılması gerektiğini, bu meyanda Türkiye’ye hangi görevler düştüğünü anlatmıştık.
Ne hazindir ki bizim yazılarımız da içinde olmak üzere, yaklaşan tehlikeye dikkat çeken pek çok makale, İslam âlemindeki korkunç ihmal ve ilgisizliği ortadan kaldırma adına bir etki yapamamış ve son kertede sürgünü kabul etmeyen Gazzelilerin toplu olarak öldürülmeleri safhasına gelinmiştir.
1- Gazze’de Son Durum
Gelen haberlere göre, İsrail Gazze’nin yüzde onunu işgal etmiş bulunuyor ve işgalin gittikçe de genişleyeceği anlaşılıyor. Gazze’nin tamamında kara kantonları oluşturuluyor. Halkalar şeklinde oluşturulan bu kantonların içindeki Gazzeliler, en sonunda bir anda yok edilerek Gazze’nin insansızlaştırılması hedefleniyor. Akıl alır gibi değil! Ne büyük vahşettir ki iki milyon insan bir anda imha edilmek isteniyor.
İsrail’in Gazze’yi üç cihetten gerçekleştirdiği harekâtla yok etmeyi planladığı anlaşılıyor:
Bir: Nerede bir canlı topluluğu görüyorsa -kamp, çadır, okul vs. demeden- havadan bombalayıp yok ediyor.
İki: Karadan, zaten son derece dar olan Gazze bölgesini kantonlara ayırıyor.
Üç: Büyük bir abluka altına aldığı Gazze’ye yapılacak insani yardımları engelliyor. 2 Marttan bu yana Gazze’ye yemek, gıda, su, ilaç vs. sokulamıyor.
İlk ikisi yani, havadan ve karadan müdahaleler olmasa bile, sadece insani yardımların engellenmesi bile Gazzelilerin açlıktan ölmesi, yani toplu olarak katledilmesi için yeterlidir.
Bu son durum çok vahimdir ve önceki durumdan farklıdır. Şöyle ki;
7 Ekim 2023’ten bu yana 18 ay boyunca Gazze katliamı devam ederken dünya kamuoyu hareketliydi. Tepkiler büyüktü. BM sık sık toplanıyor, ABD veto etse bile birtakım kararlar alıyordu. Uluslararası Ceza Mahkemesi savaş suçlularını yargılamak için delil topluyor, duruşmalar yapıyordu.
Dünyada devasa mitingler, protestolar vardı. İslam âlemi de halk seviyesinde de olsa bir ses veriyordu. Ama bu tepkilerin hiçbiri söz konusu katliamı önleyemedi.
Trump’ın, ABD Başkanı seçilir seçilmez açıkladığı Gazzelileri sürgün ederek Gazze’yi boşaltma ve bu toprakları eğlence merkezi haline getirme (ki bunun manası, bu toprakları İsrail’e peşkeş çekmektir) şeklindeki senaryonun ortaya çıkmasından sonra, bütün dünya anlaşmışçasına suskunluğa gömüldü.
Evet, sokaktan gelen tepkiler devam ediyor. Ama bunlar İsrail’in frenlenmesine yetecek seviyede olmadığından, bir nevi vicdanların belli oranda rahatlamasını temin etmekten başka netice vermiyor. Zalimler yine bildiğini okumaya devam ediyor.
Trump’ın, sürgüne gönderemediği Gazzeliler için İsrail’le beraber B planını devreye koymaya, yani onları toplu olarak infaz etmeye hazırlandığı anlaşılıyor. İslam dünyası dâhil, hiçbir yerden resmi manada ciddi bir ses gelmiyor. Ama elbette “kınamalar” en yüksek perdeden seslendiriliyor…
Önleyici hiçbir tedbir yok, buna dair en küçük bir teşebbüs bile yok.
Elhasıl bütün dünya, iki milyon Müslümanın nasıl katledileceğini seyredecek!
İşte Gazze’deki vahim tablo budur.
Yardımsız, sahipsiz kalan Gazzeliler, her zaman olduğu gibi kudreti sonsuz, mazlumların yardımcısı Allahü Teâlâ’ya iltica ediyorlar. Ümmet-i Muhammed’e olan kırgınlıklarını da eskiye göre çok daha açık dile getiriyorlar.
Bu manzara karşısında, ciğeri yanıp kavrulan, çaresizlikten kahrolan büyük bir müslüman kitle de var. Onlar da elini açıp dua ediyor.
Elbette ki bu dualar Müslümanlar için en büyük silahtır. Ama Sünnetullah gereği fiilî dua anlamındaki cihad nerede? Sünnetullah / Adetullah şimdi cihadı gerektiriyor.
İşte Allah Teâlâ’nın bizden istediği fiilî dua manasındaki cihadın hayatî önemini anlatan bir ayet-i kerime:
“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver!’ diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” (Nisâ: 75)
Adına “İslam ülkeleri” denen vurdumduymaz topluluklara yazıklar olsun! Kendimizi de dışarıda bırakmayalım, hesabımız çok ağır olacak.
Gazze’deki mazlumlara yapılan zulümlerin hesabı bizden mutlaka sorulacak. Elimizden ne geliyorsa yapmalıyız. Elbette ki bu meyanda Yüce Allah’a iltica etmemiz de en büyük silahımızdır.
2- Siyonist İsrail, ABD ve Müttefikleri Ne Yapmak İstiyor?
İsrail’in ne yapmak istediği bilinmeyen bir şey değildir. Netanyahu gibi en yetkili ağızların yaptığı açıklamalardan, hedeflerinin muharref Tevrat’ta yer alan haham uydurması arz-ı mev’ud / vadedilmiş topraklar olduğu bilinmektedir.
İsrail, bu hedef için Siyonizm adı altında bir ideoloji geliştirmiştir. Arz-ı mev’ud, Akdeniz’den Ürdün Nehrine, kuzeyden Kapadokya’dan Kızıldeniz’e kadar, Kuzey Arabistan ve Mısır’ın Sina ve doğu toprakları dâhil, kuzeydoğuda İran’ın bir kısım topraklarını da içine almaktadır.
Peki, işgal edilecek toprakların sınırlarının Türkiye açısından manası nedir?
Hemen söyleyelim: Kapadokya’nın güneyinde Torosların belirlediği ve verimli hilal denilen bölgenin, başka bir ifadeyle Doğu Anadolu’nun bir kısmının ve Güneydoğu Anadolu’nun tamamının İsrail tarafından işgal edilmesi demektir. Ve İsrail bu sınırlara ulaşmadığı müddetçe fitne ve savaş çıkarmaktan geri durmayacaktır.
Aklın yolu bir: İsrail’in, bu hedefi gerçekleştirme yolunda en çok korktuğu ve hesaba kattığı ülke, Türkiye’dir. Bunun bir manası da şudur: İsrail’in fiilen katıldığı ve körüklediği bütün savaşlarda asıl hedef Türkiye’dir.
Ancak İsrail bu hedefe ABD’nin desteği ile yönelmektedir. ABD olmadan İsrail Türkiye karşısında en fazla üç gün dayanabilir. Bunu kendileri de iyi bilmektedir. O halde hesap geniş kapsamlı ve plan büyüktür. Türkiye’yle İsrail zaten Yeni Suriye’nin teşekkül safhasında karşı karşıya gelmiştir. Çatışma an meselesidir. Çatışmasızlık anlaşmaları sadece günü kurtarmak için olup, eşyanın tabiatı icabı İsrail Suriye’yi işgali sürecinde mutlaka Türkiye ile karşı karşıya gelecektir. Zaten Türkiye Suriye’nin işgaline sessiz ve ilgisiz kalmayacağını ilan etmiştir.
İşte bu sebepledir ki Gazze’nin savunması aslında hem Mescid-i Aksâ’nın hem de nihai kertede Türkiye’nin savunmasıdır.
Şayet Türkiye Gazze konusunda etkisiz kalıp geri adım atarsa, daha baştan mağlubiyet psikolojisine girmiş olur.
O sebeple Gazze’nin sonun başlangıcına geldiği şu günlerde, Türkiye baştan beri takip ettiği demeç, kınama, tel’in vs. şeklindeki sözlü tepkilerin ötesinde, fiilî manada bir misyon ortaya koymak zorundadır.
Bu safhada ABD’nin fiilen savaşın içinde olduğu, İsrail’in arz-ı mev’ud hedefine ve Siyonist ideolojiye açıktan ve “şartsız” destek verdiği de bilinmektedir. Onun için ABD Başkanı Trump’ın Türkiye’nin Cumhurbaşkanına rol icabı sevgi gösterilerinde bulunması hiç gerçekçi değildir.
Öte yandan AB’nin ve şımarık çocuğu Yunanistan’ın, Ege Adalarını işgal başta olmak üzere, Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı savaş hazırlığı yaptığı da alenen görülmektedir.
Yani hedefler, hesaplar, maksat ve niyetler ortadadır. Türkiye’nin ne ABD ile ne de AB ülkeleri ile dostluk söylemleri gerçekçi değildir. Tam tersi Türkiye Ortadoğu’da pasifize edilip çukura düşürülmek istenmektedir.
Gazze’de, Suriye’de, Ortadoğu’da ve genel manada bütün İslam coğrafyasında işgaller sürerken, Türkiye’nin hem İslam dünyasını hem de batıyı memnun etmesi mümkün değildir. Türkiye bunu bir hal çaresi gibi görse de böyle bir yol haritası Türkiye için planlanan menfur hedefleri etkisiz kılamayacaktır.
Ayrıca Türkiye Doğu - Batı arasında kendini ve güvenliğini merkeze alarak yeni bir strateji belirlemek zorundadır. Ve bunu tam da şimdi, yani Gazze yok edilme safhasındayken ortaya koymaya mecburdur.
İşgal dalgası adım adım yaklaşmakta ve Türkiye’nin sınırlarını tehdit etmektedir. Bundan kaçış mümkün değildir. Ne acıdır ki gerçek budur. Tarihî misyonu gereği Türkiye’nin sözünü söyleme zamanı gelmiştir. Hal böyleyken hiçbir şey olmamış gibi eski minval üzere davranmak büyük bir yanlış olur.
Buradan tekrar Gazze’nin getirildiği kritik duruma dönelim:
Basına yansıdığı üzere, BM Filistin Özel Raportörü Francesca Albanese, İsrail Devleti’nin, durdurulmadığı takdirde, Filistinlilere yönelik şiddetini sürdüreceğini, Filistin halkını kurtarmak için çok fazla zaman kalmadığını ifade etmiştir.
İlgili haberden bazı kesitler şöyledir:
“(Albanese) İsrail hükümetinin ideolojik sömürgecilerden oluşan kesiminin Gazze’yi ve işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etmek istediğini dile getirdi.
Tel Aviv yetkililerinin, Avrupa'nın zayıf olduğu ve ABD'nin agresif davrandığı bu tarihi dönemi, Filistin’de ve Orta Doğu’da toprak gasbetmeye devam etmek için bir fırsat olarak değerlendirdiğini aktaran Albanese, ‘Lübnan’a, Suriye’ye yönelik saldırılar sürüyor. İsrail’in burada duracağını düşünmek delilik olur.’ diye konuştu.
Albanese, İsrail’i durdurmanın uluslararası hukuk çerçevesinde mümkün olduğunu vurgulayarak ‘Uluslararası hukuk bize ne yapmamız gerektiğini söylüyor; işgale son vermek, soykırıma son vermek, apartheida son vermek. Ancak bunun için gereken bir diğer temel araç devletlerin iradesi ve bu mevcut değil.’ ifadelerini kullandı.
Filistin'deki etnik temizlik planının tamamlanması için Gazze’deki soykırımın hızlandığı bir süreçten geçildiğini belirten Francesca Albanese, ‘İsrail’in, Yahudi halkının egemenliğini kurmak amacıyla Akdeniz’den Ürdün Nehri’ne kadar olan toprakları istediği apaçık ortada; bunu dile getiriyorlar.’ değerlendirmesinde bulundu…”
Uluslararası planda olaylara yakinen muttali olan bir yetkilinin yaptığı bu tespitler, facianın büyüklüğünü, Filistin’in nasıl yalnız bırakıldığını ve İsrail’in bu saldırganlığını durdurmak uluslararası hukuk yönünden imkân dâhilinde olduğu halde bunu gerçekleştirecek devletlerin bir irade ortaya koymadığını, netice itibariyle de, dünyaya nasıl terörist bir mantığın hâkim olduğunu göstermektedir.
Bu şartlar altında Türkiye acilen bir durum değerlendirmesi yaparak karşısında hangi düşman güçlerin olduğunu, bölgenin nereye sürüklenmek istendiğini tespit etmeli; kendi güvenliğini ve aynı zamanda bölgedeki sorumluluğunu merkeze alan yeni bir yol haritası belirlemelidir.
Daha açık söylemek gerekirse, karşısında İsrail’le beraber ABD ve müttefiklerini de bulacağı bir savaşa hazır olmalıdır.
Felaket geliyorum demiyor; felaket çoktan gelip kapıya dayanmıştır. Bundan kaçmak mümkün değildir.