Fahr-i Âlem (s.a.v.) Hazretleri, tâûn hakkında şöyle buyurmuşlardır: “Tâûn, bir azâptır ki Benî İsrâîl’den bir taifeye ve sizden evvel gelenlere gönderilmişti. Şimdi siz, bir yerde tâûn olduğunu işitirseniz, o yere gitmeyiniz. Bulunduğunuz yerde çıkarsa o yerden ayrılmayınız.”
Âlimler, tâûn olan yerden ayrılmayı nehyetmenin hikmetlerini şöyle zikretmişlerdir:
Tâûn bir yerde olduğu zaman çok çabuk yayılır ve şehirdekilerin hepsine bulaşmış olur. Dolayısıyla kaçmak bir fayda vermez.
Eğer halk, o gibi zamanda şehirden çıkmaya başlasalar, tâûna vesair hastalıklara yakalanan Müslümanlardan ölenlere ve kalanlara bakacak kimse kalmaz.
Onların işleri ortada kalır. Çıkmak meşrû olsa zenginler çıkarlar, fakirler ve zayıflar kalırlardı. Bu cihetten fakirlerin kalpleri mahzûn olur, yüreklerine korku düşerdi.
Bazı hekimler demişlerdir ki: “Tâûn bulunan yerin halkı, bulunduğu yerin havasına alışırlar, dışarda kalanlara nispetle onlara o yerin havası zarar vermez. Hastalık olmayan yerlere gittiklerinde ise olabilir ki tâûnlu yerden aldıkları mikrop, o zaman vücutlarına zarar verebilir.”
Âriflerden Abdullah ibn-i Ebî Cemre (rah.) şöyle buyurdu: “Hak Teâlâ Hazretleri bir kimseye bela vermeyi murat ettiği zaman o bela, ona muhakkak yetişir. O kimse nereye giderse gitsin, bela onun peşinden gider. Onun içindir ki nice kimseler şehirden çıkıp havası hoş köylere giderler, orada tâûna yakalanıp helâk olurlar. Bu husûsta Cenâb-ı Hakk’a tevekkül ve itimattan gayrı mecâl yoktur. Onun için Resûlullah Efendimiz (s.a.v.), bizi, zahmet çekmeyip tevekkül edip oturmaya irşâd buyurmuştur.
Evliyaullahtan bazı zâtlar buyurmuştur ki: “Sadaka, belayı savar ve ömrü uzatır.” hasebince bu bâbda sadakadan daha faydalı bir şey yoktur.
Allâhü Teâlâ’nın, tâûn-vebâ zamanlarında sadakayı ihmal etmeyen kimselerden, belayı defetmesi ve o kimselerin tâûnun şerrinden emîn olmaları ümit edilir.