Dua, bir ibadettir. Dua eden kimse, Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, azametini, her şeye kâdir olduğunu ikrâr etmiş; her şeyi yoktan var eden, mutlak cömert olan o Hâlık-ı Kerîm’e muhtaç olduğunu ve kendisinin de âciz bulunduğunu itiraf etmiş olur.

Duanın hakikati, kulun Rabb’inden yardım istemesi ve onun yardım ve rahmetine müracaat etmesidir.

Allâhü Teâlâ’ya dua etmeden; din ve dünya husûsunda ondan yardım istemeden önce, duanın kabulü için evvelâ sahih İslâm akaidini, inancını tam öğrenmek; Ehl-i Sünnet itikadı üzere olmak lâzımdır.

Farz ve nâfile ibadetleri ve diğer amelleri yerine getirerek, günahlardan sakınarak Allâhü Teâlâ’nın rahmetine yaklaşmaya gayret etmelidir.

Sonra da dua için en faziletli vakitleri ve saatleri seçmelidir. Bu vakitlerden birisi de farz namazları kıldıktan sonraki vakittir.

Farz ibadetler, nâfilelerden faziletli olduğu gibi farz namazdan sonra dua etmek de nâfile namazdan sonra dua etmekten faziletlidir.

Ebû Ümâme radıyallâhü anh’ten şöyle rivâyet olundu: Peygamber Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem’e, “Yâ Resûlallâh! Hangi dua, icâbete (kabul olunmaya) daha yakındır?” diye suâl olundu.

Peygamber Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdular: “Gecenin son üçte birinde yapılan dua ile farz namazlardan sonra yapılan duadır.”

Bir gün Hâce Abdülhâlık Gucdüvânî kuddise sirruh Hazretlerinin huzuruna, uzaktan bir yolcu geldi ve:

“Hâce Hazretleri! Bana imanla âhirete gitmem için dua buyurunuz. Şeytanın tuzaklarından selâmetle kurtulayım.” dedi.

Hâce Hazretleri, “Allâhü Teâlâ, farz namazları edâ ettikten sonra yapılan duayı kabul edeceğini vaat etti. Sen, farz namazlardan sonra bizim için dua et, biz de senin için dua edelim. Böyle olursa duanın kabul olduğunun eseri zâhir olur. Muvaffakiyet ancak Allâhü Teâlâ’dandır.” buyurdular.