Biz Aladağ diye bir yer olduğunu hiç bilmiyorduk; meğer varmış.

Biz Aladağ diye bir yer olduğunu hiç bilmiyorduk; meğer varmış. Ve Aladağ diye bir yerde, bir öğrenci yurdunda 34 kız çocuğu yaşıyormuş. Hepsi de köylü kızlarıymış bunların; üstlerine çimenlerin, kurutulmak için yaygılara serilmiş meyvelerin, tarhanaların kokusu sinmiş telaşlı, hülyalı çocuklar. Hafta sonları evlerine gidip döndüklerinde, bütün bu kokular tazelenirmiş. Büyüme çağında oldukları için o mahcup, o yarı ergenlerin gözüyle bakarlarmış aynalara. Bazen bir sivilce bile akıllarını karıştırırmış. Ama onlar sadece öğrenci değillermiş, biraz da ev kızları gibiymişler. Akşam yemeğinden sonra, yurdun alt katındaki mutfakta şakalaşarak, gülüşerek bulaşıkları da yıkarlarmış. Bütün bulaşıkları pırıl pırıl ettikten sonra sıra etüde gelirmiş. Kitaplarını önlerine alıp ders çalışırlarmış. Haylazları da varmış içlerinde, çabucak canı sıkılanları da. Gece perdeleri açıp gökyüzüne bakmak ayıp olduğundan, sıkça içlerindeki yıldızları seyre dalarlarmış. Baba evlerinde de böyleymiş zaten, hiç acemilik çekmezlermiş. Sonra uykuları gelirmiş, düzeltmeyi unuttukları başörtülerinin altında esneyip dururlarmış. Aladağ’ın bulutları gibi sessizce kalkıp uyumaya giderlermiş…

Aslında bu Aladağ’ın adı bir vakitler Karaköy imiş. Belki de ismi kaderlerinin üstüne yapışmasın diye, bir gün değiştirmeye karar vermişler. Bakmışlar şu yamacında oturdukları dağın adı pek güzel. Adımız Aladağ olsun demişler, öyle olmuş. Küçük bir kasabaymış başlangıçta, sonra ne olmuşsa birden biraz büyümüş. Sinekleri, bakkalları, çarşısı; biz ondan haberdar oluncaya kadar kendi halinde geçinip gidiyormuş. Kasabada bir Pazar kuruluyormuş mesela, köylü kadınlar sıra sıra dizilip sütlerini, tereyağlarını, peynirlerini, meyvelerini satıyorlarmış. Bir de içlerinden bazıları, pazarın kurulduğu günleri, yurtta kalan küçük kızlarını görmek için bir fırsat belliyorlarmış. Öyle küçükmüşler ki üşümesinler diye anaları onlara örme kazaklar, yünden yapılmış kalın yorganlar da getiriyormuş. Bir de karşılaşmaları varmış bu yorgun analarla yurtta kalan kızlarının. Tembih üstüne tembih, tembih üstüne tembih. Bu yarısı topraktan kadınlar, çocuklarına şöyle doya doya sarılıp, el âlemin içinde öpemezlermiş. Kız annesinin elini öper, hızlıca şöyle bir sarılırlar, sonra birkaç soru biraz nasihat, bir miktar harçlık, derken tekrar kaşla göz arasında sarılıp ayrılırlarmış. Anneleri giderken, bu küçük kız çocuklarının onların arkasından bir bakışı varmış ki işte o bakış söze gelmez. İçlerinden bir şey anneleriyle birlikte gidermiş de, çok düşünür o şeyin ne olduğunu bir türlü çıkaramazlarmış…

Aladağ diye bir yer varmış ve yine bir gün oradaki küçük kız yurdunda kızlardan birkaçı aşağı kattaki mutfakta bulaşık yıkıyorlarmış. Birden elini sudan çekmiş tabakları durulayan; elektrik çarpmış gibi sıçramış. Sonra bir çatırtı duymuşlar, sonra bir yerden bir alev çıkmış. Yaşları öyle küçükmüş ki alevlerin neresinden kaçacaklarına bir türlü karar verememişler. İçlerinden bazıları yukarılara doğru çıkıp, kendilerini pencerelerden aşağıya bırakmış. Bazıları ne yukarıya çıkabilmiş, ne dışarıya kaçabilmiş. Bakmışlar kaçacak hiçbir yer kalmadı, onlar da alevlerin ortasında birbirlerine sarılmış. Alev küçük kız çocuklarına annelerinin bile yapamadığını yapmış, doya doya kucaklamış. Rüzgâr bağırışlarını Aladağ’a savurdukça, bulutlar mahcubiyetten saklanacak gök aramış kendilerine. Karnı doyunca yangın sönmüş, Aladağ bir kez daha Karaköy olmuş. Nice sonra soğutulmuş küller arasından on bir kız çocuğunu çıkarıp, kimin kızı olduğu anlaşılsın diye bedenlerinden örnekler alıp tahlile göndermişler. Her bir ana “kızım diye” on bir cesedi birden beklemiş. Bir değil on bir evlat acısı birden yaşamışlar. Tahliller bitip, ölümün soyu sopu belli olunca, yanmış evlat acısını fazlasız eksiksiz paylaşmış, yanmış evlatlarını yanlarına alıp köylerine dönmüşler…

Bir zamanlar Aladağ’da birkaç ceylan yavrusu yaşarmış. Aladağ dediğin, büyük bir ülkede küçük bir kasaba. Hatta öyle büyükmüş ki bu ülke, hep büyük bir tarihten, büyük savaşlardan, büyük pazarlardan, büyük bir gelecekten, büyük meclislerden bahisler açılırmış. Ama ne hikmetse, ceylanların yuvasına göz kulak olmayı unutuvermişler. Yuvanın fi tarihinden kalma kablolarını, cihazlarını kontrol etmek kimsenin aklına gelmemiş. Bir gün o kablolar şu büyük ülkenin yükünü taşıyamaz olmuşlar artık, kendilerini bırakmamak için çok direnmişler ama bir yerden sonra bakır tellerde can kalmamış. Onlar kendilerini bırakınca, ortalık yangın yerine dönmüş. Ceylanlar bir oraya, bir buraya kaçışmaya başlamışlar. İçlerinden bazıları can havliyle sıçrayıp dışarıya atmışlar kendilerini, bazıları daha sıçrayacak kadar bile tanımıyormuş dağlarını taşlarını. Annelerinin henüz akıllarından çıkmayan tekerlemesi gibi, “yanmış bitmiş kül olmuşlar”. Saçları çiçeklerin, çimenlerin, tarhanaların kokusuyla birlikte savrulu savruluvermiş…

Yazar: ALİ AYÇİL